28 Kasım 2018 Çarşamba

Can Baba

“Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar 

Mevsim dönüp de yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar
Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkiyalar 

Onlar da olmasa benim gayrı kimim var?”

Bu dizelerin sahibini, Yeni Türkü’den dinlediğimde tanımıştım yıllar önce. Muhteşem bir şarkıydı ama bu kısacık şiir içime sızmıştı.  “Denizlere” yazılması, sıcaklığıyla  beni sarması... Ortalama sayılacak bir şiir okuruydum. Ama Can babayı benimle  tanıştıran bu dizelerden sonra; ona yakınlığım, sevgim ve inanışım iyice şekillenmişti. Aykırılığı, hayata muhalefeti, pardon her şeye muhalefeti ve farklı bir şiir yazması; benim için önemli bir yere taşıyordu onu. Popüler ve gerici kültürün yavaş yavaş iliklerimize nüfuz ettiği doksanlı yılların ortalarından bahsediyorum. Televizyonlarda, gazetelerde onunla ilgili haberler ilgimi çekiyordu ve şiirlerini bazen anlamasam da okumaya çalışıyordum. Şiirlerin altlarını çizip yanlarına çok sayıda soru işareti ve ünlem koyduğum  sayfalar bana bakıyordu. Ya ben bu şiirleri okuyacak düzeyde değildim ya da Can baba anlamayalım diye  böyle yazmıştı. Onun şiiri böyleydi.

Onun, aile sevgisi de bilinmektedir. Tek parti döneminde Milli Eğitim Bakanı olan babasına çok düşkündü. 1954’de  evlendiği Güler Hanıma da. Güler Hanım, evinde aşk pişirip şiir dökeceği kadındı Can babanın. Bir de çocukları Su, Güzel ve Hasan dünyaya gelmişti. “'Küçük Kızım Su'ya”, “Güzel'e”, “Yeni Hasan'a Yolluk”, “Hayatta Ben En çok Babamı Sevdim” isimli şiirlerini çoğumuz anımsarız.

“En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim...”

Doksan dokuz yılının haziran ayıydı sanırım. Can baba, ihtisas yaptığım Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniğinin Onkoloji servisine yattı. İçimde hem müthiş bir heyecan, hem de  yatış nedeniyle ilgili önüne geçilmez bir kaygı ve hüzün vardı. Onun sigara ve alkole düşkünlüğünü  biliyordum. KBB bölümünde boğaz- tonsil- ağız boşluğu kanseri teşhisi konmuş ve an itibariyle; ameliyat yapılamayacağından, ilaçla tedavi için bizim kliniğe yatırılmıştı.

Onunla tanıştığımızda, kendimi doktordan çok; onu çok seven, eskilerden bir yakını gibi hissetmiştim. Belki de onunla olan iletişimimizde son ana kadar bundan başka bir kimliğe evrilemedim.  Tanışma faslı bittikten sonra, hastalığıyla ilgili; kliniğe ilk kez yatan biriymiş gibi anlattık ona durumunu. Bunun yanında tıbbın gerektirdiği ek bilgilendirmeler, soru cevaplar oluyordu aramızda. Bu sorular çoğu kez; eşinden, kızlarından ve bir de; hasta olduğunu öğrenip, Kanada’ dan apar topar İzmir’e gelen  oğlundan (kendisi de göz patoloğu) geliyordu. Günler geçtikçe bu güzel insanın kendisi ve ailesiyle  arkadaş olmuştuk. Tedavi süreci devam ediyor ve gün içerisinde bazı kısa görüşmelerimiz oluyordu.

Odasına her girdiğimde; sigara ve keskin anason kokusuyla sarsılıyordum. Açıkça, Güler Hanım’ın  refakatinde rakı ve sigarasıylaydı  hep. İkisinden  de vazgeçmeyeceğini adım gibi biliyor: “Sigara ve alkol yasak!” ültimatomunu, dinlemeyeceğini bile bile dillendiriyordum. Aslında hepimiz, dünyaya muhalif bir adamın bu yasakları tanımayacağını biliyorduk. Onunla anısı olan insanların, bu anıları hep rakı sofralarından biriktirdikleri anlatılır, söylenirdi. Belki de onun şiirinin fon müziğiydi rakı sofraları. Şenlikli, coşkulu bir serüvencinin; salkım saçak gösterisini sunmasıydı bu sofralar. Yavaş, boğuk ve mikrofonik sesi (Gençliğinde tiyatro eğitimi almış ve BBC Türkçe bölümünde spikerlik yapmış Can baba) ile kendisini dinleten büyük şairin anılarından biz de payımızı alıyorduk.

“kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi”

Sohbetlerimizin konusu edebiyat ve şiirin yanı sıra hayatın ta kendisiydi artık. Gündüz, işlerimi yoluna koyduğum her boşlukta soluğu onun yanında alıyordum. Nasıl bir zenginlikle, nasıl bir bilgeyle karşı karşıya olduğumu zamanla daha iyi anlıyordum. Anılar, öyküler, öğütler, aforizmalar… Yaşadığımız her şeye bir cevabı vardı sanki. Hayatı bin kez yaşamıştı da, bin yaşayıştan süzdükleri kalıyordu sohbetlerden geriye. Mitolojiden, sinemadan, sanattan bahsediyor; ülkenin içinde bulunduğu durumu kendine ait üslubuyla anlatıyordu. Şahlanan bir atın özgüvenini  hissediyordum bu anlatışta. Susmak ve saatlerce dinlemek istiyordum onu. Hastalığı nedeniyle aslında az konuşması ve az yorulması gerekiyordu. Hiç yorulmuyor sanıyordum. Konuşmasındaki boğukluk, boğazındaki tümörden kaynaklanıyordu. Duruyor, soluklanıyor, konuşmaya  tekrar başlıyordu. İnsan onun yerine soluk almak istiyordu, nefessiz kalmaması için. Şiir yazar gibi anlatıyordu hayatı. Bize hiç söz bırakmadan...

“Bir başka yolculuk dalından düşmek yere
Yaşadığından uzun;
Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere.

Ağacın yüksekliğince,
Dalın yüksekliğince rüzgârda
Ve bir yeni ömür
Vardığın çimen yeşilliğince.”


Öksürük nöbetleri ve ilaç zamanlarında onu hep bitkin buluyordum. Konuşurken o bildiğimiz küfürlerini zerrece esirgemiyordu. Bazen yanımızda asistanlar, öğrenciler ve hocalar olsa da: “Anlamadım Can baba” diye tekrarladığımda, umursamadan aynı küfrü yineliyordu. Bir keresinde boğazındaki ağrı için “….ni ….ktiğim bu ağrı hiç mi geçmeyecek? “ diye sordu. Ben  anlamazlığa verince, eşi Güler Hanım: “….ni. …ktiği ağrısı geçmeyecek mi diye sordu.” diye tekrarlamıştı. Tüm bunları, küfürle haşır neşir biri olduğum ve çocukluğumla gençliğimi Çukurova’da geçirdiğim için çok garipsemedim elbet. Ama onun ettikleri öylesine özgün küfürlerdi ki şimdi bile kağıtlara not alası geliyor insanın. Bu küfürlü konuşma, ağzı bozukluktan öte; en başta eşinin ve tüm ailenin  bir yaşam biçimi olmuştu. Hastalık süresince çocuklarıyla, nöbetlerde keyifli  sohbetlerimiz oldu. Nasıl güzel seviyorlardı babalarını. Nasıl anlatıyorlardı onunla olan anılarını. Yaşadıklarını, alay ederek, gülerek, hüzünlenerek ve bazen susarak döküyorlardı  geceye. Babalarının tıbbi açıdan ne durumda olduğunu bildikleri halde, yakınmadan bekleyip destek oldular hastane personeline. Aile gibi olduk. . Hiç unutmayacağım güzelliklerini.
“Hayatımda karım hariç iki şey sevdim: şiir ve politika.” diyen Can babaya, yetmişinci yaş günü ve ellinci sanat yılı olan 1996’da: “Şiir nedir?” diye sorarlar. O: ‘”Şiir göklerde uçan nazenin bir balon değil; o balon çoktan patladı. Benim için şiir akıl ve heyecan meselesidir. İnsan beyninin yalnız, yüzde onu bilinir, gerisi meçhul kıta. Şiir, beynin işlemeyen yüzde 90’ını harekete geçirmektir.” der. Bu sözlerini hatırlattığımda bana: “Arkasındayım söylediklerimin. ” demiş eklemişti: “Şiir hareket noktasıdır. Hep hareket halinde olmalıdır”.

Kliniğe, Can babayı ziyaret etmek için; ülkenin, tanınmış sanatçı, siyasetçi ve bir çok başka ismi geliyordu. Tıbbi  gerekçelerle beraber, yorulmaması için, gelenlerle ayaküstü görüştürüyor ya da kapıdan Can babayı gösterip yolluyorduk. Çoğuyla küçük tartışmalarımız olsa da sonu tatlıya bağlanıyordu. Sanki hastam değil de babam- yakınım gibi korumaya almıştım onu.

Öleceğini net olarak biliyordu. Ölüme dair alay eden şakaları, takılmaları devam etti hep. İlk geldiği zamanlar huysuzluğundan çekinen hemşireler, çok seviyordu artık onu. Ama hayat yine beklemedi. 12 Ağustos saat gece 11 civarı diye anımsıyorum. Nöbetçiydim ve kalbinin, solunumunun durduğu haberiyle diğer doktor arkadaşlarla beraber yanına gittik ama kurtaramadık. Tanıştığımız ilk günden beri aramızdaki sohbetler, küfürler saniyeler içinde geçiverdi aklımdan. Belki de meslek hayatım boyunca beni en çok üzen ölümlerden biriydi. Kendime ne kadar hakim olmaya çalışsam da, dakikalarca ağladık eşi Güler Hanım ve çocuklarıyla. Belki de beş gün sonra meydana gelecek ve memleketi kökten sarsacak 17 Ağustos depreminin ayak sesleriydi bu ölüm.

Shakespeare’in 66. Sone’sini o kadar güzel çevirmişti ki; ömrünü savunduğu o fikirleri ve Ölümü, ne denli güzel anlattığının karşılığı olmuştu bu dizeler. Ölmeden  bir kaç hafta önce okumuştum ona. Ezginin Günlüğü söylemişti ilk, üniversite yıllarımdı.


Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.


Ona olan sevgisini, daha doğrusu aşkını defalarca gördüğüm eşi Güler Hanım, “Beni Datça’ ya gömün.” vasiyetini yerine getirmenin huzuruyla ardından şunu yazmıştı Can babaya: “
"Yine Ağustos geldi, yine incir sıcağı, toprak güneş kokuyor. Yine bademler çatladı, yine cırcır böcekleri caz yapıyor; yediveren limon salkım salkım. Taşçı Mehmet yerli tohumdan on dönüm karpuz ekmiş yine... Hani vasiyet etmiştin ya ona "Yerli tohum bankası kurun" diye; sözünü unutmamış. Muhtar yine seni anlatıp duruyor. Yaşadığımız yeri görmek için insanlar akın akın evimize geliyor. Hasan geldi, Güzel ve Su geldiler, bir sen yoksun..."

Ve yıllar öncesinden şöyle sesleniyordu Can baba:

“Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım”


Buluşmak üzere.

Önder Çolakoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Her Şeye Yeniden Başlamak Mümkün Mü?

arzın merkezinden başlayarak senin merkezinden, ilk öptüğümden nefes suyundan ağaçların ayaklandığı yerden konuşurken uzayan boşluklarda...