7 Aralık 2018 Cuma

Başkent Feodali


Modern zamanların başlarında, belirsiz bir vakitte; Bedri Ağa namlı bir devlet adamı yaşardı. Bu Bedri Ağa, zamanında nasılsa bir üniversiteden mezun olmuş, hasbelkader devlete 657’li olarak girmişti. Aslen Adanalıydı. Babası katır çobanıydı. Sağda solda babasını ağa olarak tanıtmasından mütevellit kendi lakabı da ağa olup çıkmıştı. Gel zaman git zaman Bedri Ağa, bürokrasinin ayak oyunlarını hatmetmiş, bu yolla “neden, nasılcı”ları tek tek oyun dışı bırakmış, hiçbir şey yapmama felsefesiyle seneden seneye yükselmişti. Mesela Bedri Ağa tüm toplantılara giderdi, ama asla fikir beyan etmezdi. Bedri Ağa tüm idarecileri tanıdı. Onlara günlük dedikoduları hiç atlamadan, devlet meselesiymişçesine anlatırdı. Üzerine gelen işleri ise ona buna yaptırırdı. Kendi işi değilmiş gibi davrandığında insanların bunu böyle kabul edeceğine inanırdı. Çevresindeki “Başımıza bir iş gelir” hastalığına yakalanmış memurlarda da bu tavır bir hayli işe yaramaktaydı. Bedri Ağa bir siyasi gördüğünde ise eline yapışır, eteğinden ayrılmazdı. Sonra sağa sola ben şunun adamıyım diye alttan alttan gözdağı verir, insanların korkusunu kendi çıkarı için kullanırdı. Bedri Ağa zayıf halkaları tilkilerin tavukları takip ettiği gibi takip eder, en küçük hatalarını bile yedi düvele ayan kılardı. Ayağını kaydırdığı zayıf halkanın üstüne basar, onun leşi üstünde bir sonraki hedefine bakardı. Bedri Ağa normalde salak bile denilebilecek garip bir alıklıktaydı. Ama mesele çıkarı olduğunda gözleri çakmak çakmak olur, aslanın elindeki üleşe kilitlenmiş bir çakaldan farkı kalmazdı. Sonra başkalarına da “vesile olurdu” Bedri Ağa. “Bak” derdi güzel kızlara “ Biz senin önünü açarız, neden bir kadın müdürümüz olmasın, hani senin de maşallahın var, doldurursun makamı.” Erkekler geldiğinde ise yakışıklılığına methiyeler düzdürürdü. Bir yetmişlik Bedri Ağa selvi boylu olurdu, önünden giden koca göbeği Türk kası, yüzündeki çiçek bozukları karizmatik, kanca burnu karakteristik… Bedri Ağa ne erkek olurdu, vesile olacaksa insanlara. Eser gürlerdi almışsa gazı. “Tabi canım Adem benim komşum, her akşam cigara tellendiririz balkonda, hanımı da benim ikinci hanımla tezhip kursuna gidiyor.” Peşine de gülerdi kusarcasına.
Derken Bedri Ağa Apartmanlar Topluluğu  Müdürü olmasın mı! Sabah işe bir gelişi var; gözler parıl parıl, ağzı kulaklarında, üstünde mankende durduğu gibi durmayan bir takım… Artık Bedri Ağa, ağa hakikaten kendince. O sebepten Gölbaşı’nda villası, altında Amerikan arabası, karısında kırmızı Audi olmadan olmaz. Yetişmesi lâzım kendinden önce suyun başını tutmuşlara. Kendi kendiyle konuşurken bir formül bulmuş Bedri Ağa;
-Ben bu Apartmanlara kapıcı koydurayım birerden.
-Fakat sebep?
-Sebeep, çöpler dökülmezse her gün, basar tüm mahalleyi mikroplar, virüsler. Kamu sağlığı, tabii, anayasada yeri var sonuçta.
- Ama kim yapacak bu işi?
-İhalesiz senetsiz vermeli bizim tanıdıklara, onlar da eşek değil ya! Verecekler gereken desteği gizli ortaklarına.
-Ama nasıl yapmalı bu işi? Kanununa kitabına uydurmalı. Kimseleri uyandırmadan kârı üleştirmeli…
-Bizim Monşer Münür’e sorayım. Münür ehli kalemdir. Ankara hukuku bitirmiş, O kadar mürekkep yalamış. O bilir. Tabii ikna da etmek lazım bizim sarsak Münür’ü.
-Vatan millet desem…
- Heh! Buldum! Doğuda terör var derim. Biz adam koymazsak onlar boş bırakmaz derim. Koskoca Apartmanlar Topluluğu Müdürünü sorgu sual edecek değil ya canım! Ben de…
Münir Bey, Ankaralı bürokrat bir ailenin taşra görmemiş, tek çocuğuydu. Her şeyin idealine inanır, o yolda inandığını yapmaya çalışırdı. Kitabi bilgisi yerindeydi Allah için. Fakat hayata ilişkin bilgisi sözleşmeler hukuku seviyesindeydi. Marketten sigara alırken “stipulatio”[1] yaptığına inanırdı. Şarabın yanına egzotik peynir yemek için gurme marketlerde saatlerini harcar, sadece İtalyan esspressosu içerdi. Dost’tan başka kitabevine de gitmezdi. Tuvalete gitmeyi yemek yemek kadar önemli bulur, çişi gelince en kritik toplantılarda bile kıyın kıyın tuvalete seğirtirdi. Hayvanları severdi, bu sebepten vejetaryendi. Ancak bir köpek bacağına sürtünse bacağını çamaşır suyuna yatırırdı. Kendi deyimiyle “presentable” olmaya özen gösterir, her gün ekoseli kravatını nizami bir şekilde bağlar, görev yerine öyle gelirdi. Bedri Ağa’yı fazlaca köylü bulur, konuşmasıyla mütemadiyen dalga geçerdi.
-Ne Mozart bilir, ne Dali bilir köylü, geldi başımıza müdür oldu! derdi.
Bedri Ağa, Münir Bey’i her çağırdığında adını yanlış telaffuz eder, Münir Bey de kendinden beklenmeyecek bir atiklikle düzeltirdi.
-Münüüür!
-Münir efendim. Buyrun.
-Yav neyse, dilim dönmüyor. Yav Münür biz şu apartmanların hepsine birer kapıcı atayalım. Çünkü çöpler nizami toplanmıyor. Sonra ne oluyor, herkes grip, herkes hasta, AİDS olan bile var. Maazallah bu sorumluluğun altından kalkamayız. Bakan beye yazsa birisi nasıl açıklama yaparız. Ama bunu biz yapmayalım, o kadar memur ne gezer devlette; şirketlere verelim işi onlar yapsın. Neme lazım biz uğraşmayalım. Parayı da onlar toplasın. Tabii hazineye de paylarını yatırsınlar. Öyle yok üç kuruşa beş köfte… Ama ihale mihale deme sakın bana! İcat çıkarma başıma. Biliyorsun yabancılar da ihalelere giriyor. Elin gavuru ne diye benim ihalemi alacakmış! Hem ihalenin saçağı süprüntüsü çok. O şikayet eder, bu söylenir, Danıştay’ı karışır iş büyür de büyür. Bakan bey demesin sonra bir kapıcı işini bile beceremediniz.
-Bir dakika efendim. Ben anlamadım. Neden kapıcı almak zorunlu olsun ki?  İnsanlar döker zaten kendi çöplerini. Şehirli kültürünün gereğidir rafine yaşam ve toplumsal kuralların titizlikle uygulanması. Çıkarırız imzanızla bir talimat. Herkes buna uyacaktır zaten.
-Geçen şey oldu ya, dökmemiş birileri çöplerini, evi çöp ev olmuş, komşular hep şikayetçi. Belediye ev kokunca yetişmiş ancak. Neden? Çöplerini dökecek kimse yok da ondan. Şikayet etse birisi; Apartmanlar Topluluğu Müdürü almadı gerekli önlemi diye, ne yaparız? Bunlar hep devletin sorumluluğu. Yarın bir gün tazminat paralarını bizim maaştan keserler maazallah. Hem doğuda bu apartman görevlileri çöpe bakmanın yanında apartmanları da güvende tutar. Biliyorsun adamlar evimizin içine kadar girmeye kalktılar. İnlerine gireceğiz biz de böylelikle… Benim sorumluluğumdan çıksın kardeşim. Müdür benim, hep bana dert bunlar.
- Efendim bizim sorumluluğumuz böyle sona ermez yalnız, hem dediğiniz şeyler istisnaidir, belki cumhuriyet kurulduğundan bu yana bir ya da ikidir. Hukukta genel kaidedir “Kötü örnek, örnek olmaz.” denir. Çöp ev dediğiniz durum kişilerin obsesif-kompulsif kişilikten muzdarip olduklarını gösterir. Psikiyatrik bir vakıadır. Tedavi gerektirir. Kapıcısı olmadığından değil onların hiçbir şeyi sarf etmemeleri…
-Yav sen ne yapacaksın Münür! Sen çözüm söyle bana. Bana soru soran değil cevap veren memur lazım. Gelmiş bana akıl veriyor. Obsesmişte, bilmem neymiş, psikolog musun sen! Hasta etti tüm milleti. He Münür he bir sen akıllısın, herkes deli… Benim milletime sen müdürlerinin yanında akılsız diyemezsin.
-Efendim öyle bir şey kast etmedim. Nasıl bu sonuca vardık, ne ara geldik anlamadım.
-Sen anlama Münür, senin aklın ermez böyle devlet işlerine. Özel talep var, büyüklerimiz böyle ister.
-Tamam da efendim özel kişiler bu hizmeti verip para toplayamaz. Hangi sıfatla toplayacaklar, ne toplayacaklar vergi değil resim değil… Yapılacaksa bile ihaleyle yapılmalı, devlet ödenek ayırmalı. Hiç hukuki olmaz bu durum.
-Ben bilmem Münür. Formül bul bana. Bu olacak. Büyüklerimiz diyorum, gizli önem arz etmekte diyorum, daha bana olmaz diyorsun. Çok yüksek yerden talep Münür. Bizi aşar bu… Neyse çalışalım bu konuyu.
-Peki müdürüm…
Münir Bey ağzının içinde söylenerek odadan çıkarken, Bedri Ağa yavaşça geğirtisini yutup, “Allah çok şükür dedi.”
            Münir Bey sabahın erken saatlerinde kendisine gün içinde devamlı eşlik edecek alarm müziği “Seville Berberi” ile uyandı. Her zamanki gibi mocha potunda[2] özenle yaptığı espressosunu içti ve asla vazgeçemediği sedan tipli arabasıyla yola koyuldu. Yolda kafasında normlar hiyerarşisi, yöntemler, idare hukukunun temelleri, Anayasanın değişmesi ve değiştirilmesinin teklif edilmesi yasak olan ilk üç maddesi birbirini kovalıyordu.
Kuruma gider gitmez arşiv incelemesi yapmaya karar verdi Münir Bey. Geçmiş her daim geleceği aydınlatmıştı çünkü. Mesela Roma Hukuku Orta Çağda Glassatorlerin[3] eski yasa metinlerini tekrardan okuyup şerh etmesiyle geleceğe ışık tutmuş; dünyanın en yaygın iki modelinden birisi olmuştu. Arşivin en alt katta olduğunu biliyordu Münir Bey. Ancak arşiv sorumlusunu kurum santralini arayıp sorması gerekti. Dahili numarası; sıfır altı sıfır yediydi Nurcan Hanım’ın. Münir Bey eli tuşlara gitmeyerek aradı Nurcan Hanım’ı. Bir, iki, beş, sekiz… Münir Bey anladı, o telefon sessize alınalı uzun zaman geçmişti. Şimdi eksi birinci katın, yani mombilerin dünyasına inmek zorunda kalacaktı. Aynı rutin belge işlerini yapmaktan zombileşmiş memurlar. Bu mombilerin tek umurlarında olan şey maaşlarındaki artış, sosyal imkanlar, servislerdi Münir Bey’e göre. Sığlığın çamurlu nehirlerinde yüzmekten başka bir şey de yaptıkları yoktu. Ancak muhabbet edip çay içmeyi biliyorlardı iş yerinde. İşe ilişkin tek etik kaygıları mesaiydi. Saat on ikiyi vurduğunda hepsi turnikeden çıkmış olurlardı. Öğle aralarında erkekler kahvede kağıt oynamaya, kadınlarsa alışverişe giderdi. İşi sevmezlerdi ama asla emekli olmayı düşünmezlerdi de. Çoğunun yaşı ellinin üzerindeydi. Bunlarla ne verim almayı düşünebilirdi ki yöneticiler, Münir Bey hiç anlamıyordu.
Ayakları geri geri gidiyordu Münir Bey’in ama dayanmalıydı. Asansöre bindi ve eksi bire bastı. Kapı açıldığında inanılmaz bir havasızlık ve rutubet kokusu yüzüne vurdu Münir Bey’in. Hassas bürokrat bünyesi için fazlaca ağır bir kokuydu. Ne yapacağını bilemez bir hâlde tutan çarpıntıyı geçirmeye çalıştı Münir Bey.
-Geçecek şimdi, alışacağım, ağzımdan nefes alayım bari, derin de alamam, bu pis hava doldurmasın ciğerlerimi… diye söylendi.
Koridorda ilerlerken kendi katlarına göre yanan ampul sayısının hayli az olduğunu fark etti Münir Bey. Tasarruf önlemlerinden olsa gerekti. Ayrıca bu katta taban betondu. Kendi katlarında koridorlar en kaliteli fayanstan, odalarsa laminanttandı. Birkaç kapıda kapı kolu olmadığını fark etti peşine. Nurcan Hanım’ın oda numarası Z otuz dörttü. Ama kapılarda numara yoktu. Rastgele bir kapıyı tıklattı. İçeride tıknaz bir çocuk babasının sandalyesinden bacakları sallana sallana oturuyor bir yandan da resim çiziyordu. Çocuğun kendisine bakmasıyla korktu Münir Bey. Çocuğun gözaltları koyu halkalarla bezeliydi ve yanakları içine çöküktü. O sırada babası Necmi Bey geldi.
Yıllardır evrak götür getiri yapıyordu Necmi Bey. Münir Bey imzaya çıkan evrakları Necmi Bey’e teslim ederdi. Necmi Bey bir kooperatife ev hayaliyle girmiş, dolandırılmış; elindeki gecekondusunu da kaybedip Sincan’a taşınmıştı. Mürekkep yalamıştır, belki yardımı dokunur diye Münir Bey’e anlatmıştı bu durumu daha önce. Tabi soruşturmalar sonuçsuz kalmış, çalanın çaldığı yanına kalmıştı.
-Merhaba Necmi Bey, Nurcan Hanım’ın odası hangisi acaba?
-Merhaba Münir Bey, koridorun sonundaki oda, direkt devam edin hemen önünüze çıkacak kapı.
-Teşekkür ederim.
Münir Bey, Necmi Bey’in asgari ücretten fazla aldığına emindi. Peki asgari ücret neye göre belirleniyordu da bu adamın çocuğu bu kadar zayıftı ve üstleri bu kadar pejmürdeydi. Meclis kamunun vicdanı değil miydi? Öyleyse bu işe neden müdahil olmuyorlardı? Onlar olmuyorsa kolektif bir kabul mü söz konusuydu? Yine kendi kendine düşünceleri teati ettiriyordu Münir Bey. Nurcan Hanım’ın odasına ulaşmıştı bu arada kokuya takılmadan. Kapıyı tıklattı ve açıp içeriye girdi.
Nurcan Hanım, kırklı yaşlarında saçları ucuz duran değişik bir platin sarısı renge boyanmış ve maşayla kıvrım kıvrım yapılmış, yüzündeyse hayli kırışıklığı olan bir kadındı. Hani bakımlı denebilecek gruba da sokulamayacak, yaşlı, kendini salmış da denemeyecek enteresanlıkta bir bakım anlayışına sahipti. Münir Bey direk konuya girdi.
-Merhabalar Nurcan Hanım, arşivin anahtarını rica edecektim. Müdürümüzün bir talimatını yerine getirmek için arşiv taraması yapmam gerekiyor.
- Tamam canım, ben sana anahtarı vereyim araştırmanı yap tabii. Çalış tabii ne güzel.
- Nurcan Hanım zaten çalışacağım, size fikir danışmıyorum, sizden talimat almıyorum dikkatinizi çekerim.
-Tamam canım benim ne dedim, aaa, Münirciğim ben seni severim bilirsin. Böyle her işe koşturma, kullanırlar seni, aman diyeyim.
-Nurcan Hanım rica etsem anahtarı verebilir misiniz?
-Canım yanındaki dolabın ilk çekmesinde alıver oradan.
- Daha fazla buna katlanmak istemiyorum, hakikaten… dedi ve aldı Münir Bey anahtarı çekmeceden.
Arşiv eksi ikide idi. “Buradan daha kötü olamaz.” diye düşündü kendi kendine Münir Bey ve hızla asansöre seğirtti. Eksi ikinci kat zifiri karanlıktı, öncelikle sigortaları kaldırdı Münir Bey. Hayatında kendi evinin sigortası dışında ilk defa bir sigortayla muhatap olmuştu. Sigortanın tozlu oluşu Münir Bey’i inanılmaz rahatsız etmiş, içinde kendi elini kesme isteği uyandırmıştı.
Arşiv odasına girdiğinde Münir Bey odanın raylı sistemle dizayn edildiğini gördü. Bu sayede küçücük odada onlarca klasör koridoru oluşabiliyordu. Neye bakacağını bile bilemiyordu Münir Bey. Rastgele rafları çevirirken aslında hiçbir düzene uyarak yerleştirilmediklerini fark etti. Bütün klasörleri kronolojik olarak ve alfabetik olarak sıralayıp, listelemek istiyordu aslında ama inanılmaz tozluydu klasörler. O tam bunları düşünürken ayağının altından hızlıca bir şey geçti. Bir de baktı ki biraz ilerideki dosya koridorunun kenarından kendisine bakan bir çift göz. Fare, en büyük fobilerinden birisiydi. Çığlık atarak koştu Münir Bey. Asansörün düğmesine kıracak gibi bastı, bastı, bastı. Asansör gelene kadar gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Kendini odasına zor attı Münir Bey. Münir Bey’in yüksek iş etiği dahi bir daha arşive inmesini sağlayamayacaktı.

Kendi kendine sorduğu sorular silsilesinde bunalmış, netice itibariyle kurumun demirbaşlarından Dinozor Refik Bey’e sormaya karar vermişti.
Refik Bey, atmışına merdiven dayamış, kendi bildiğini üstlerinin ne söylediğine bakmadan birebir uygulayan, üstüne biraz fazla gidildiğinde emekli olur giderim, ben unumu eledim zaten diye tehdit edebilen, kurumsal hafızanın varlığına delil teşkil edebilecek nadir örneklerden biriydi. Apartmanlar Topluluğu’nun kurulmasıyla birlikte atanan ilk memurlardandı. Seksenlerde üniversite öğrenimini tamamlayabilmiş, kayıp neslin kaybolmayan sayılı bireylerinden biriydi. “Bıçak artığıyız biz.” derdi sık sık. İdarecilerin anlamı olmayan, yöntem bulunamayan taleplerine ilişkin daha önceki uygulamaları en iyi bilen kişiydi.
Refik Bey’in odası ikinci kattaydı. Hemen arkasındaki duvarda kocaman bir Türkiye haritası yer almaktaydı. Münir Bey’in haritada en çok dikkatini çeken husus Kuzey Kıbrıs’ın da Türkiye sınırları içerisinde gösterilmesiydi. Odasında birkaç ağaç boyunda bitki vardı Refik Bey’in. Sanki odanın havasını temizliyor, boğucu gri renklerin hakim olduğu binayı kısmen de olsa yeşillendiriyordu bu ağacımsılar. Pek hoş bakılmazdı aslında burada, odada çiçek bakılmasına. Ama Refik Bey kendine has söz dinlemez tavrıyla, küçük çaplı direnişlerine de devam etmekteydi. Konuyu kısaca anlattı Münir Bey. Refik Bey dosya dolabını açtı birkaç klasör karıştırdı ve bir belge çıkardı. Belgede daha önce benzer bir işlemin yalnızca Müdürlük emriyle yapıldığı açıkça görülmekteydi. Refik Bey’e,
-Formülse formül o zaman. dedi Münir Bey.
Refik Bey ise,
-Biz bunu bu zamana kadar böyle yaptık, bu istendiğinde böyle yapılıyor, ben gerisine berisine karışmam, bilmem… dedi.
Münir Bey belgeyi aldı, teşekkür etti ve çaresizlikle karışık bir kabulleniş, taslak hazırlamak üzere odasına gitti. Asansöre binerken onu yollamak için gelen Refik Bey’in bıyık altından gülüşü dikkatini çekti; fakat anlam veremedi.
Refik Bey kendi kendine,
-Danıştay’dan dönecek nasılsa, öncekiler gibi… dedi.

Münevver Adıyaman



[1] Sözlü yapılan sözleşmenin Roma Hukuku’ndaki adı.
[2] Espressonun demlendiği bir tür cezve.
[3] Roma Hukuk metinlerini inceleyip, notlayıp, yeniden gündeme getiren hukukçular.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Her Şeye Yeniden Başlamak Mümkün Mü?

arzın merkezinden başlayarak senin merkezinden, ilk öptüğümden nefes suyundan ağaçların ayaklandığı yerden konuşurken uzayan boşluklarda...