Modern
zamanların başlarında, belirsiz bir vakitte; Bedri Ağa namlı bir devlet adamı
yaşardı. Bu Bedri Ağa, zamanında nasılsa bir üniversiteden mezun olmuş,
hasbelkader devlete 657’li olarak girmişti. Aslen Adanalıydı. Babası katır
çobanıydı. Sağda solda babasını ağa olarak tanıtmasından mütevellit kendi
lakabı da ağa olup çıkmıştı. Gel zaman git zaman Bedri Ağa, bürokrasinin ayak oyunlarını
hatmetmiş, bu yolla “neden, nasılcı”ları tek tek oyun dışı bırakmış, hiçbir şey
yapmama felsefesiyle seneden seneye yükselmişti. Mesela Bedri Ağa tüm
toplantılara giderdi, ama asla fikir beyan etmezdi. Bedri Ağa tüm idarecileri
tanıdı. Onlara günlük dedikoduları hiç atlamadan, devlet meselesiymişçesine
anlatırdı. Üzerine gelen işleri ise ona buna yaptırırdı. Kendi işi değilmiş
gibi davrandığında insanların bunu böyle kabul edeceğine inanırdı. Çevresindeki
“Başımıza bir iş gelir” hastalığına yakalanmış memurlarda da bu tavır bir hayli
işe yaramaktaydı. Bedri Ağa bir siyasi gördüğünde ise eline yapışır, eteğinden
ayrılmazdı. Sonra sağa sola ben şunun adamıyım diye alttan alttan gözdağı
verir, insanların korkusunu kendi çıkarı için kullanırdı. Bedri Ağa zayıf
halkaları tilkilerin tavukları takip ettiği gibi takip eder, en küçük
hatalarını bile yedi düvele ayan kılardı. Ayağını kaydırdığı zayıf halkanın
üstüne basar, onun leşi üstünde bir sonraki hedefine bakardı. Bedri Ağa
normalde salak bile denilebilecek garip bir alıklıktaydı. Ama mesele çıkarı
olduğunda gözleri çakmak çakmak olur, aslanın elindeki üleşe kilitlenmiş bir
çakaldan farkı kalmazdı. Sonra başkalarına da “vesile olurdu” Bedri Ağa. “Bak”
derdi güzel kızlara “ Biz senin önünü açarız, neden bir kadın müdürümüz
olmasın, hani senin de maşallahın var, doldurursun makamı.” Erkekler geldiğinde
ise yakışıklılığına methiyeler düzdürürdü. Bir yetmişlik Bedri Ağa selvi boylu
olurdu, önünden giden koca göbeği Türk kası, yüzündeki çiçek bozukları
karizmatik, kanca burnu karakteristik… Bedri Ağa ne erkek olurdu, vesile
olacaksa insanlara. Eser gürlerdi almışsa gazı. “Tabi canım Adem benim komşum,
her akşam cigara tellendiririz balkonda, hanımı da benim ikinci hanımla tezhip
kursuna gidiyor.” Peşine de gülerdi kusarcasına.
Derken
Bedri Ağa Apartmanlar Topluluğu Müdürü
olmasın mı! Sabah işe bir gelişi var; gözler parıl parıl, ağzı kulaklarında,
üstünde mankende durduğu gibi durmayan bir takım… Artık Bedri Ağa, ağa
hakikaten kendince. O sebepten Gölbaşı’nda villası, altında Amerikan arabası, karısında
kırmızı Audi olmadan olmaz. Yetişmesi lâzım kendinden önce suyun başını
tutmuşlara. Kendi kendiyle konuşurken bir formül bulmuş Bedri Ağa;
-Ben
bu Apartmanlara kapıcı koydurayım birerden.
-Fakat
sebep?
-Sebeep,
çöpler dökülmezse her gün, basar tüm mahalleyi mikroplar, virüsler. Kamu sağlığı,
tabii, anayasada yeri var sonuçta.
-
Ama kim yapacak bu işi?
-İhalesiz
senetsiz vermeli bizim tanıdıklara, onlar da eşek değil ya! Verecekler gereken
desteği gizli ortaklarına.
-Ama
nasıl yapmalı bu işi? Kanununa kitabına uydurmalı. Kimseleri uyandırmadan kârı
üleştirmeli…
-Bizim
Monşer Münür’e sorayım. Münür ehli kalemdir. Ankara hukuku bitirmiş, O kadar
mürekkep yalamış. O bilir. Tabii ikna da etmek lazım bizim sarsak Münür’ü.
-Vatan
millet desem…
-
Heh! Buldum! Doğuda terör var derim. Biz adam koymazsak onlar boş bırakmaz
derim. Koskoca Apartmanlar Topluluğu Müdürünü sorgu sual edecek değil ya canım!
Ben de…
Münir
Bey, Ankaralı bürokrat bir ailenin taşra görmemiş, tek çocuğuydu. Her şeyin
idealine inanır, o yolda inandığını yapmaya çalışırdı. Kitabi bilgisi
yerindeydi Allah için. Fakat hayata ilişkin bilgisi sözleşmeler hukuku
seviyesindeydi. Marketten sigara alırken “stipulatio”[1]
yaptığına inanırdı. Şarabın yanına egzotik peynir yemek için gurme marketlerde
saatlerini harcar, sadece İtalyan esspressosu içerdi. Dost’tan başka kitabevine
de gitmezdi. Tuvalete gitmeyi yemek yemek kadar önemli bulur, çişi gelince en
kritik toplantılarda bile kıyın kıyın tuvalete seğirtirdi. Hayvanları severdi,
bu sebepten vejetaryendi. Ancak bir köpek bacağına sürtünse bacağını çamaşır
suyuna yatırırdı. Kendi deyimiyle “presentable” olmaya özen gösterir, her gün
ekoseli kravatını nizami bir şekilde bağlar, görev yerine öyle gelirdi. Bedri
Ağa’yı fazlaca köylü bulur, konuşmasıyla mütemadiyen dalga geçerdi.
-Ne
Mozart bilir, ne Dali bilir köylü, geldi başımıza müdür oldu! derdi.
Bedri
Ağa, Münir Bey’i her çağırdığında adını yanlış telaffuz eder, Münir Bey de
kendinden beklenmeyecek bir atiklikle düzeltirdi.
-Münüüür!
-Münir
efendim. Buyrun.
-Yav
neyse, dilim dönmüyor. Yav Münür biz şu apartmanların hepsine birer kapıcı
atayalım. Çünkü çöpler nizami toplanmıyor. Sonra ne oluyor, herkes grip, herkes
hasta, AİDS olan bile var. Maazallah bu sorumluluğun altından kalkamayız. Bakan
beye yazsa birisi nasıl açıklama yaparız. Ama bunu biz yapmayalım, o kadar
memur ne gezer devlette; şirketlere verelim işi onlar yapsın. Neme lazım biz
uğraşmayalım. Parayı da onlar toplasın. Tabii hazineye de paylarını yatırsınlar.
Öyle yok üç kuruşa beş köfte… Ama ihale mihale deme sakın bana! İcat çıkarma
başıma. Biliyorsun yabancılar da ihalelere giriyor. Elin gavuru ne diye benim
ihalemi alacakmış! Hem ihalenin saçağı süprüntüsü çok. O şikayet eder, bu
söylenir, Danıştay’ı karışır iş büyür de büyür. Bakan bey demesin sonra bir
kapıcı işini bile beceremediniz.
-Bir
dakika efendim. Ben anlamadım. Neden kapıcı almak zorunlu olsun ki? İnsanlar döker zaten kendi çöplerini. Şehirli
kültürünün gereğidir rafine yaşam ve toplumsal kuralların titizlikle
uygulanması. Çıkarırız imzanızla bir talimat. Herkes buna uyacaktır zaten.
-Geçen
şey oldu ya, dökmemiş birileri çöplerini, evi çöp ev olmuş, komşular hep
şikayetçi. Belediye ev kokunca yetişmiş ancak. Neden? Çöplerini dökecek kimse
yok da ondan. Şikayet etse birisi; Apartmanlar Topluluğu Müdürü almadı gerekli
önlemi diye, ne yaparız? Bunlar hep devletin sorumluluğu. Yarın bir gün
tazminat paralarını bizim maaştan keserler maazallah. Hem doğuda bu apartman
görevlileri çöpe bakmanın yanında apartmanları da güvende tutar. Biliyorsun
adamlar evimizin içine kadar girmeye kalktılar. İnlerine gireceğiz biz de
böylelikle… Benim sorumluluğumdan çıksın kardeşim. Müdür benim, hep bana dert
bunlar.
-
Efendim bizim sorumluluğumuz böyle sona ermez yalnız, hem dediğiniz şeyler
istisnaidir, belki cumhuriyet kurulduğundan bu yana bir ya da ikidir. Hukukta
genel kaidedir “Kötü örnek, örnek olmaz.” denir. Çöp ev dediğiniz durum
kişilerin obsesif-kompulsif kişilikten muzdarip olduklarını gösterir.
Psikiyatrik bir vakıadır. Tedavi gerektirir. Kapıcısı olmadığından değil
onların hiçbir şeyi sarf etmemeleri…
-Yav
sen ne yapacaksın Münür! Sen çözüm söyle bana. Bana soru soran değil cevap
veren memur lazım. Gelmiş bana akıl veriyor. Obsesmişte, bilmem neymiş,
psikolog musun sen! Hasta etti tüm milleti. He Münür he bir sen akıllısın,
herkes deli… Benim milletime sen müdürlerinin yanında akılsız diyemezsin.
-Efendim
öyle bir şey kast etmedim. Nasıl bu sonuca vardık, ne ara geldik anlamadım.
-Sen
anlama Münür, senin aklın ermez böyle devlet işlerine. Özel talep var,
büyüklerimiz böyle ister.
-Tamam
da efendim özel kişiler bu hizmeti verip para toplayamaz. Hangi sıfatla
toplayacaklar, ne toplayacaklar vergi değil resim değil… Yapılacaksa bile ihaleyle
yapılmalı, devlet ödenek ayırmalı. Hiç hukuki olmaz bu durum.
-Ben
bilmem Münür. Formül bul bana. Bu olacak. Büyüklerimiz diyorum, gizli önem arz
etmekte diyorum, daha bana olmaz diyorsun. Çok yüksek yerden talep Münür. Bizi
aşar bu… Neyse çalışalım bu konuyu.
-Peki
müdürüm…
Münir
Bey ağzının içinde söylenerek odadan çıkarken, Bedri Ağa yavaşça geğirtisini
yutup, “Allah çok şükür dedi.”
Münir Bey sabahın erken saatlerinde kendisine gün içinde
devamlı eşlik edecek alarm müziği “Seville Berberi” ile uyandı. Her zamanki
gibi mocha potunda[2]
özenle yaptığı espressosunu içti ve asla vazgeçemediği sedan tipli arabasıyla
yola koyuldu. Yolda kafasında normlar hiyerarşisi, yöntemler, idare hukukunun
temelleri, Anayasanın değişmesi ve değiştirilmesinin teklif edilmesi yasak olan
ilk üç maddesi birbirini kovalıyordu.
Kuruma
gider gitmez arşiv incelemesi yapmaya karar verdi Münir Bey. Geçmiş her daim
geleceği aydınlatmıştı çünkü. Mesela Roma Hukuku Orta Çağda Glassatorlerin[3]
eski yasa metinlerini tekrardan okuyup şerh etmesiyle geleceğe ışık tutmuş; dünyanın en yaygın iki modelinden birisi olmuştu. Arşivin en alt katta
olduğunu biliyordu Münir Bey. Ancak arşiv sorumlusunu kurum santralini arayıp
sorması gerekti. Dahili numarası; sıfır altı sıfır yediydi Nurcan Hanım’ın. Münir Bey eli
tuşlara gitmeyerek aradı Nurcan Hanım’ı. Bir, iki, beş, sekiz… Münir Bey
anladı, o telefon sessize alınalı uzun zaman geçmişti. Şimdi eksi birinci katın, yani mombilerin dünyasına inmek zorunda kalacaktı. Aynı rutin belge işlerini
yapmaktan zombileşmiş memurlar. Bu mombilerin tek umurlarında olan şey
maaşlarındaki artış, sosyal imkanlar, servislerdi Münir Bey’e göre. Sığlığın
çamurlu nehirlerinde yüzmekten başka bir şey de yaptıkları yoktu. Ancak
muhabbet edip çay içmeyi biliyorlardı iş yerinde. İşe ilişkin tek etik
kaygıları mesaiydi. Saat on ikiyi vurduğunda hepsi turnikeden çıkmış olurlardı. Öğle
aralarında erkekler kahvede kağıt oynamaya, kadınlarsa alışverişe giderdi. İşi
sevmezlerdi ama asla emekli olmayı düşünmezlerdi de. Çoğunun yaşı ellinin
üzerindeydi. Bunlarla ne verim almayı düşünebilirdi ki yöneticiler, Münir Bey
hiç anlamıyordu.
Ayakları
geri geri gidiyordu Münir Bey’in ama dayanmalıydı. Asansöre bindi ve eksi bire bastı.
Kapı açıldığında inanılmaz bir havasızlık ve rutubet kokusu yüzüne vurdu Münir
Bey’in. Hassas bürokrat bünyesi için fazlaca ağır bir kokuydu. Ne yapacağını
bilemez bir hâlde tutan çarpıntıyı geçirmeye çalıştı Münir Bey.
-Geçecek
şimdi, alışacağım, ağzımdan nefes alayım bari, derin de alamam, bu pis hava
doldurmasın ciğerlerimi… diye söylendi.
Koridorda
ilerlerken kendi katlarına göre yanan ampul sayısının hayli az olduğunu fark
etti Münir Bey. Tasarruf önlemlerinden olsa gerekti. Ayrıca bu katta taban
betondu. Kendi katlarında koridorlar en kaliteli fayanstan, odalarsa
laminanttandı. Birkaç kapıda kapı kolu olmadığını fark etti peşine. Nurcan
Hanım’ın oda numarası Z otuz dörttü. Ama kapılarda numara yoktu. Rastgele bir kapıyı
tıklattı. İçeride tıknaz bir çocuk babasının sandalyesinden bacakları sallana
sallana oturuyor bir yandan da resim çiziyordu. Çocuğun kendisine bakmasıyla
korktu Münir Bey. Çocuğun gözaltları koyu halkalarla bezeliydi ve yanakları
içine çöküktü. O sırada babası Necmi Bey geldi.
Yıllardır
evrak götür getiri yapıyordu Necmi Bey. Münir Bey imzaya çıkan evrakları Necmi
Bey’e teslim ederdi. Necmi Bey bir kooperatife ev hayaliyle girmiş,
dolandırılmış; elindeki gecekondusunu da kaybedip Sincan’a taşınmıştı. Mürekkep
yalamıştır, belki yardımı dokunur diye Münir Bey’e anlatmıştı bu durumu daha
önce. Tabi soruşturmalar sonuçsuz kalmış, çalanın çaldığı yanına kalmıştı.
-Merhaba
Necmi Bey, Nurcan Hanım’ın odası hangisi acaba?
-Merhaba
Münir Bey, koridorun sonundaki oda, direkt devam edin hemen önünüze çıkacak
kapı.
-Teşekkür
ederim.
Münir
Bey, Necmi Bey’in asgari ücretten fazla aldığına emindi. Peki asgari ücret neye
göre belirleniyordu da bu adamın çocuğu bu kadar zayıftı ve üstleri bu kadar
pejmürdeydi. Meclis kamunun vicdanı değil miydi? Öyleyse bu işe neden müdahil
olmuyorlardı? Onlar olmuyorsa kolektif bir kabul mü söz konusuydu? Yine kendi
kendine düşünceleri teati ettiriyordu Münir Bey. Nurcan Hanım’ın odasına
ulaşmıştı bu arada kokuya takılmadan. Kapıyı tıklattı ve açıp içeriye girdi.
Nurcan
Hanım, kırklı yaşlarında saçları ucuz duran değişik bir platin sarısı renge
boyanmış ve maşayla kıvrım kıvrım yapılmış, yüzündeyse hayli kırışıklığı olan
bir kadındı. Hani bakımlı denebilecek gruba da sokulamayacak, yaşlı, kendini
salmış da denemeyecek enteresanlıkta bir bakım anlayışına sahipti. Münir Bey
direk konuya girdi.
-Merhabalar
Nurcan Hanım, arşivin anahtarını rica edecektim. Müdürümüzün bir talimatını
yerine getirmek için arşiv taraması yapmam gerekiyor.
-
Tamam canım, ben sana anahtarı vereyim araştırmanı yap tabii. Çalış tabii ne
güzel.
-
Nurcan Hanım zaten çalışacağım, size fikir danışmıyorum, sizden talimat
almıyorum dikkatinizi çekerim.
-Tamam
canım benim ne dedim, aaa, Münirciğim ben seni severim bilirsin. Böyle her işe
koşturma, kullanırlar seni, aman diyeyim.
-Nurcan
Hanım rica etsem anahtarı verebilir misiniz?
-Canım
yanındaki dolabın ilk çekmesinde alıver oradan.
-
Daha fazla buna katlanmak istemiyorum, hakikaten… dedi ve aldı Münir Bey
anahtarı çekmeceden.
Arşiv eksi ikide idi. “Buradan daha kötü olamaz.” diye düşündü kendi kendine Münir Bey ve
hızla asansöre seğirtti. Eksi ikinci kat zifiri karanlıktı, öncelikle sigortaları
kaldırdı Münir Bey. Hayatında kendi evinin sigortası dışında ilk defa bir
sigortayla muhatap olmuştu. Sigortanın tozlu oluşu Münir Bey’i inanılmaz
rahatsız etmiş, içinde kendi elini kesme isteği uyandırmıştı.
Arşiv
odasına girdiğinde Münir Bey odanın raylı sistemle dizayn edildiğini gördü. Bu
sayede küçücük odada onlarca klasör koridoru oluşabiliyordu. Neye bakacağını
bile bilemiyordu Münir Bey. Rastgele rafları çevirirken aslında hiçbir düzene
uyarak yerleştirilmediklerini fark etti. Bütün klasörleri kronolojik olarak ve
alfabetik olarak sıralayıp, listelemek istiyordu aslında ama inanılmaz tozluydu
klasörler. O tam bunları düşünürken ayağının altından hızlıca bir şey geçti. Bir
de baktı ki biraz ilerideki dosya koridorunun kenarından kendisine bakan bir çift
göz. Fare, en büyük fobilerinden birisiydi. Çığlık atarak koştu Münir Bey.
Asansörün düğmesine kıracak gibi bastı, bastı, bastı. Asansör gelene kadar
gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Kendini odasına zor attı Münir Bey. Münir
Bey’in yüksek iş etiği dahi bir daha arşive inmesini sağlayamayacaktı.
Kendi
kendine sorduğu sorular silsilesinde bunalmış, netice itibariyle kurumun
demirbaşlarından Dinozor Refik Bey’e sormaya karar vermişti.
Refik
Bey, atmışına merdiven dayamış, kendi bildiğini üstlerinin ne söylediğine
bakmadan birebir uygulayan, üstüne biraz fazla gidildiğinde emekli olur
giderim, ben unumu eledim zaten diye tehdit edebilen, kurumsal hafızanın
varlığına delil teşkil edebilecek nadir örneklerden biriydi. Apartmanlar
Topluluğu’nun kurulmasıyla birlikte atanan ilk memurlardandı. Seksenlerde üniversite
öğrenimini tamamlayabilmiş, kayıp neslin kaybolmayan sayılı bireylerinden
biriydi. “Bıçak artığıyız biz.” derdi sık sık. İdarecilerin anlamı olmayan,
yöntem bulunamayan taleplerine ilişkin daha önceki uygulamaları en iyi bilen
kişiydi.
Refik
Bey’in odası ikinci kattaydı. Hemen arkasındaki duvarda kocaman bir Türkiye
haritası yer almaktaydı. Münir Bey’in haritada en çok dikkatini çeken husus
Kuzey Kıbrıs’ın da Türkiye sınırları içerisinde gösterilmesiydi. Odasında
birkaç ağaç boyunda bitki vardı Refik Bey’in. Sanki odanın havasını temizliyor,
boğucu gri renklerin hakim olduğu binayı kısmen de olsa yeşillendiriyordu bu
ağacımsılar. Pek hoş bakılmazdı aslında burada, odada çiçek bakılmasına. Ama
Refik Bey kendine has söz dinlemez tavrıyla, küçük çaplı direnişlerine de devam
etmekteydi. Konuyu kısaca anlattı Münir Bey. Refik Bey dosya dolabını açtı
birkaç klasör karıştırdı ve bir belge çıkardı. Belgede daha önce benzer bir
işlemin yalnızca Müdürlük emriyle yapıldığı açıkça görülmekteydi. Refik Bey’e,
-Formülse
formül o zaman. dedi Münir Bey.
Refik
Bey ise,
-Biz
bunu bu zamana kadar böyle yaptık, bu istendiğinde böyle yapılıyor, ben
gerisine berisine karışmam, bilmem… dedi.
Münir
Bey belgeyi aldı, teşekkür etti ve çaresizlikle karışık bir kabulleniş, taslak
hazırlamak üzere odasına gitti. Asansöre binerken onu yollamak için gelen Refik
Bey’in bıyık altından gülüşü dikkatini çekti; fakat anlam veremedi.
Refik
Bey kendi kendine,
-Danıştay’dan
dönecek nasılsa, öncekiler gibi… dedi.
Münevver Adıyaman
[1] Sözlü
yapılan sözleşmenin Roma Hukuku’ndaki adı.
[2]
Espressonun demlendiği bir tür cezve.
[3] Roma
Hukuk metinlerini inceleyip, notlayıp, yeniden gündeme getiren hukukçular.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder