30 Ocak 2019 Çarşamba

Orhan Duru’nun Yazınsal Kimliği Üzerine Arı Bir Bakış Denemesi


 (Orhan Duru’nun yazınsal kimliği üzerine arı bir bakış denemesi)

1950’li yıllarda, tıpkı o tarihten yirmi-otuz yıl öncesinde olduğu gibi Türk Edebiyatı, dolayısı ile Türk Şiiri oldukça hızlı bir biçimde ivme kazanmış, değirmi yönlerini birer ikişer köşeleştirmeye, keskinleştirmeye başlamıştı. İlkin ortaya çıkışından itibaren edebiyat dünyamızı tabiri caizse ikiye bölen Birinci Yeni (Garip), sonrasında ona tepki-karşıtlık mahiyetinde doğan İkinci Yeni ve de son kulvardan İkinci Yeni ile at başı giden bir diğeri, Maviciler… Böylesi coşkun değişimler söz konusu iken tabi ki yeniliğe ve yücelmeye kapalı, çıkarcı olmakla birlikte nedense kendi bildiğini okuyan, dar kalıp edebiyat anlayışları da yok değildi. Her ne olursa olsun günümüzün Türk Edebiyatı’na baktığımızda bu tür oluşumların doğmasındaki haklı öngörü sebebiyle her geçen yılda zenginliğine zenginlik kattığını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. 

Hal böyleyken 1950 kuşağı edebiyatçılarından bazıları edebi başarı göstermiş, özgün bir alan yaratmışlardır. Sözü geçen edebiyatçılardan biri de Orhan Duru’dur. Duru, Maviciler’e dâhil diğer yazarlardan bir özelliği ile ayrılmaktadır. Maviciler şiirde şairaneliği benimsemişlerdir. Şairanelik daha çok sosyalist gerçekçilik esasında düşünülmüş, bunun başını da derginin 17. Sayısında dâhil olan Attila İlhan çekmiştir. Her ne kadar bu görüşü uzun bir süre savunamamış olsa da… Orhan Duru da benimser ancak bir farkla, bahsi geçen sosyalist gerçekçilik düşüncesinin yanına kendi görüşünü de ekler. Duru, toplumcu gerçekçi olmasının yanında aslında gerçeküstücü bir yazar-şairdir. Duru’nun bu ikinci görüşünü hemen her öyküsünde görmemiz mümkündür. Hatta bu bağlamda söyleyecek çok şeyi vardır. Pazar Postası yazılarından birinde şöyle der Duru: “Günümüzdeki gerçekçi yazarları ele alırsak(...) Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Tarık Dursun K. gibi yazarların gerçekçilikleri doğrusu artık bize biraz eski, biraz Osmanlı gelmektedir.(...) Yani onlar yazılarına kişinin tinsel davranışlarını soksalar gerçekçi olmaktan çıkacaklar mı?”1

Duru kalemi sivri bir yazardır, hiciv denemeleri yapar, dolayısıyla üstte atıfta bulunduğu yazarlara bir de şöyle seslenir: “Bu yazarların kişileri keskin bir bıçakla yontulmuş gibidir. Ekonomik ve toplumsal kuvvetlerin ittiği yöne gider. Hiçbir karşı koyma davranışı yapamaz. İnsanca bir düşkünlük, insanca bir ihtiras, insanca bir karşı koyma yoktur bu kişilerde. Kahramanları, insanları bu biçim veren yazarlara batılı diyemezsiniz herhalde.”2

Duru, söylemleri sebebiyle kendi çapında bir dönem sükse yapmış olsa da aslında Attila İlhan’ın iskeletini ördüğü grubun dışına çıkmamıştır. Çünkü Attila İlhan’a olan sempatisi, görüşlerinin birleşmiş olduğunun görünmesi Duru’ya edebi anlamda bir aidiyet duygusu vermiştir. Öyle ki, yazılarının çoğunda Maviciler’e bağlılığını dile getirmiştir. Diğer taraftan Orhan Duru edebiyatına baktığımızda tek başına ve köşeli bir ruh hali olduğunu görüyoruz. Onun edebi algısı diğerlerinden farklı ve acımasız bir sabitlikle örülüydü çünkü. İlkin gelenekselciydi… Karamsardı, yılgındı, sabit fikirliydi de biraz. Belki bu sebepten kendine bir çıkış yolu bulmaya çalışarak bilimkurgu türünde eserler vermeyi seçmiş olabilir.



Duru’nun Türk Edebiyatı’nın kendi kuşağından yola çıkarak değerlendirmesi ciddi manada karamsar ve gelenekselci bir bakış açısını taşımaktadır. Mesela; “Bugünün yazarı karşı koymaktadır bütün haksızlıklara ve sahteciliklere, bugünün yazarı kızgındır, küskündür(...) İkinci Dünya Savaşı’na gelinceye kadar, belki ondan bir süreye kadar ülkemizde ciddi, ağırbaşlı bir edebiyat vardı. Bu edebiyat, halk önünde okurlar önünde sorumluluğunu biliyor, yani okurlarını ürkütmemek için elinden geldiği kadar geleneklere bağlı yapıtlar ortaya koyuyordu. Gerçekten belki o zamanların edebiyatı özlemle anacağımız bir edebiyattı.”3 şeklindeki söylemi bizlere Duru hakkında derinlikli bir araştırma yapabilmemiz adına olanak sağlıyor. Bütün bunları tek potada eritirsek Duru’nun insancıl yönünde ayrıksı yönler, çelişik durumlar olduğu sonucuna varıyoruz. Neden böyleydi Duru, bilinmez ama içinde bulunduğu dönem ve oluşum sebebiyle 1950 kuşağının adından söz ettiren yazar-şairlerinden biriydi.

Orhan Duru’nun gerçeküstücü olmasındaki en büyük etmenlerden biriydi “Tek Gerçeklik” olgusu. Yani kuşağının önde gelen yazarlarının çoğu bu olguya karşı çıkıyorlardı. Duru’da karşı çıkmış olacak ki, ancak diğer yazarlardan bir farkla, kendisini bir anda gerçeküstücülüğün sınırsız bahçesinde buluvermiştir. Öyle ki kendi dilini yaratırken öykünün öz dil kalıplarını yıkarak, devrik cümleler kurarak bir nevi kendi bilinçaltı evrenini yaratmıştır. Hatta Gökhan Reyhanoğulları’nın görüşü bu durumu destekler niteliktedir. “Sürrealizme göre insanı bu çerçevede ele almak, onu insani vasıflarından uzaklaştırmak demektir. Böylesi bir insan, kendisi olmaktan uzaktadır. Bu düşünce dâhilinde Duru’nun öykülerinde insanın bilinçaltının bütün gerçekliğini görmek mümkündür”4 Duru, yarattığı karakterlerde sürekli bir tinsel dünya aramıştır. Belki kendinden yola çıkarak böyle davranmıştır…

Duru’nun toplumcu yönüne baktığımızda ayakları sımsıkı yere basan, yazınsal olanın özünde sürekli biçim ve insanın olması gerektiği, bir anlamıyla da yaratılmış karakterlerin her daim çağına tanış olması gerektiği anlayışını görüyoruz. Duru çift kişilik taşıyormuşçasına farklı bir olgu üzerine eğildiğinde taraf değiştirmesi onun ne derece hissedebilen/düşünebilen, aydın bir kişiliğinin olduğunu görüyoruz.

Duru’nun karamsar yönüne eğildiğimizde doğal olarak karşımıza 1950 kuşağı edebiyatının içinde bulunduğu ruhsal çöküş çıkıyor. Çünkü sosyo-kültürel açıdan bünyesinde derin yarıklar barındıran Türk Edebiyatı bir tür bunalım içine girmişti. Hal böyle olunca çağdaşı olan birçok yazar-şair gibi Duru’da bir dönem karamsar ruh halinden kurtulamayarak yapıtlar ortaya koymuştur. Ama Duru’nun yaşamak sevgisi bir şekilde bu kötücül havayı dağıtabilmiş, kendisini biraz da felsefe ve bilim alanında altyapısı olması sebebiyle, mizaha, bilimkurgu edebiyata yönlendirmiştir. Yani, genel plandan bakarsak Duru hiçbir zaman kendini tekrar eden bir yazar-şair olmamıştır.

Duru, Maviciler bünyesinde yer alması şair yönünü muhakkak beslemiştir ancak Duru bireysel olarak salt şairanelikten, abartıdan bilinçli bir şekilde uzak durmuştur. Özellikle neredeyse şiirlerinde romantik söylemlere hiç yer vermemiştir. Onun şiiri daha çok toplumcudur, gerçekçidir, çoksesli ve saftır. Duru’nun şiirlerinde, kendisinden önce gelen şairlerin izlerini görebiliriz. İyi gözlemlenirse, Nazım Hikmet, Tevfik Fikret, Kemalettin Kamu gibi şairlerin seslerini ve izlerini duyumsayabiliriz. Bu yönüyle Duru aslında toplumcu olmasının yanı sıra gelenekselci bir şiir anlayışına da sahiptir. Ama öyküde bunu söylememiz biraz güç çünkü Duru, yukarıda bazı bölümlerde bahsettiğimiz gibi öz dil kalıplarını olabildiğince yıkma, bir tür yapı-bozuma gitme yolunu seçmiştir.

Orhan Duru’nun şair yönüne dair

Duru şiire lise yıllarında başlar. Şiirle olan yolculuğu uzun soluklu olmamış olsa da ilk eserlerini ortaya koymakta şiirin etkisi büyüktür. Bu yıllarda Nazım Hikmet başta olmak üzere birçok önemli şairi okur, etkilenir. Dönemin bilinen dergilerinden Yeni Ufuklar’da ilk şiiri yayınlanır. Yazar ömrünün ilerleyen yıllarında büyük bir şair olacağı yönünde düşüncelere dalar ancak bir dönem gelir ve Duru ilk yazınsal karamsarlığına (belki bir tutukluk) kapılır. Ve bir daha şiire dönmeyerek yazınsal hayatını öykü üzerine yoğunlaştırır. Öyle ki yıllar sonra Hilmi Yavuz şiirlerinden birini kendisine okuduğunda kendi yazdığı yabancı gelir Duru’ya.5

Orhan Duru’nun öykücü yönüne dair

Şiiri bırakan Duru artık daha olgun bir ruh haliyle dilinin oluşması için ciddi mesailere girişmiş, ne yaptığını bilen birine dönüşmüştür. Diğer taraftan ise bilim insanı olmak için yanıp tutuşması kişiliğinin sağlamlaşması adına gerekli verileri sağlar. Kendini sürekli öğrenmeye ve yazmaya vermiştir Duru. Bu bağlamda çeşitli türlerde yazılar kaleme almaya başlar. Düzyazıdan söyleşilere, her türlü yazınsal türü dener ve sonunda öykü türünün kapısını çaldığında derin bir nefes alır çünkü artık Duru ömrünün sonuna değin yol arkadaşını bulmuştur.

İlk öyküsü 1953 yılında yayınlandığında Duru’nun heyecanı ikiye katlanmıştır. Kendini dış dünyaya mümkün mertebe kapatarak öykü türüne odaklanmayı seçer. Ancak bir taraftan da kendini geliştirmesi ve hayali olan bilim insanı olmak hususunda çalışması gerekmektedir. Bunun için 1951 yılında kaydolduğu Veterinerlik fakültesine ağırlık vermelidir. Aklına koyduğunu gerçekleştirir ve mezun olduktan sonra şark görevini yapmak üzere Urfa’ya gittiğinde ruhunu besleyen iki işi de gönül rahatlığıyla yapmaya başlar. Ancak ileriki yıllarda hayatı büyük ölçüde değişecektir.

1960 darbesi sırasında devletçe işinden olan Duru şansının yaver gitmesi sonucu Bülent Ecevit’in katkılarıyla kendini birden habercilik dünyasında bulur ve gazeteci olarak iş hayatına yeniden başlar. Üzgündür Duru ancak yeniden çalışmaya başladığı için gururludur da. Bir süre geçtikten sonra yeni mesleğini sevmiş olan Duru yıllar boyunca bu işi yapmaya karar vererek başarılı bir gazeteci olur. Ve edebiyat… Tabi ki yol arkadaşı gazetecilikle birlikte yanından ayrılmaz.










Orhan Duru’nun bilimkurgu ile ilgili olan ilişkisine dair

1970 yıllara kadar öykü, deneme ve tiyatro uyarlamalarıyla haşır neşir olan Duru bir ara kendi kalemini sorgulamak üzere içine kapanır. Yeni yollar, yeni denemeler yapmaya mecbur hisseder kendini ve yazınsal kimliğinin sınırlarını zorlamak ister. İşe ilk önce merakının olduğu bir türe yönelmesi gerektiğine inanarak başlar. Yıllardır fantazya öyküleri okuyan Duru bu alanda yazmaya karar verir. 1980’lere kadar birçok deneme yapar ve “Yoksullar Geliyor” (1982) isimli kitabını tamamen bilimkurgu öykülerinden oluşturur. Duru böylelikle yazın kariyerini çeşitlendirmeye devam eder.

Orhan Duru’nun Türk bilimkurgu edebiyatında ise yeri bir hayli büyüktür. Hugo Gernsback’in dünya edebiyatına armağan ettiği “Science Fiction” sözcüğünü Türkçeye “Bilimkurgu” olarak çeviren yazar, eskiden beri kullanılagelen “Kurgu-Bilim” sözcüğünü de ortadan kaldırmıştır. Hatta Kurgu-Bilim sözcüğünü ortaya çıkaran ve savunan Yalçın İzbul ile de tartışma içine girmiştir. TDK’nın bu sözcüğü resmileştirmesi ile birlikte de bu tartışmalar son bulmuştur.6

Peki, kendini “mecbur” hisseden Duru neden bir anda keskin bir dönemeç alarak “sadece” bilimkurgu öyküleri yazmaya karar verir? Bunu kendisine bir dostu tavsiye etmiş olabilir midir veya herhangi bir bilimkurgu eserinden etkilenip kendi yazın gücünü mü test etmek istemiştir?

1950 döneminden epey sonra bile ve 1950 döneminden önceki dönemlerde edebiyatımızda alışılmışın dışında yabancı ve yenilikçi türlere pek ilgi olmadığından bilimkurgu türü batı yazınına nazaran edebiyat dünyamızda neredeyse hiç değer görmemiştir. Elbette hakkı yenmeyecek eserler mevcuttur. Ahmet Midhat Efendi’nin (Aslında salt fantazya eseri olmasına rağmen ismi önem bakımından anılmalıdır.) Şeytankaya Tılsımı (1890), Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’ı (1912), Molla Davudzade Mustafa Nâzım Erzurumi’ nin Rüyada Terakki’si (1913) ve yine önem bakımı açısından içeriğinde birkaç türü barındıran Behlül Dana’nın Şeytan Hediyesi (1927) sayabileceğimiz nadir örneklerdir. Hal böyle olunca hangi ruhani durum içerisindeyken bu türe kalem oynattığını bilmediğimiz Duru’nun fantazyaya tahmini bir yaklaşımla katışıksız hayranlık duyduğunu ileri sürebiliriz. Başka bir yönden, olası hayranlık beslediği bu benzersiz türün kendi topraklarında ciddi manada ete kemiğe bürünmesini arzu etmiş de olabilir Duru, bilinmez…


Son olarak… Orhan Duru, günümüzde salt olarak Maviciler akımıyla birlikte anılıyor olsa da günün birinde tek başına derinlemesine bir inceleme yapılması gereken en kendine has yazarlarımızdan biridir. Belki de dediğimiz günün birinde hayalini kurduğumuz şey gerçekleştiğinde yazar ve kuşağı hakkında olduğundan fazla bilgiye ulaşabiliriz.


Emre Gürkan Kanmaz



Kaynakça:

1 Orhan Duru, “Gerçeklik Üzerine”, Pazar Postası, 1956
2 Orhan Duru, “Yetenek”, Pazar Postası, 1956,
3 Orhan Duru, “Durum”, Değişim, 1961
4 Gökhan Reyhanoğulları, “Gerçeküstücülük ve Orhan Duru’nun Öykülerine Yansıması”, İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, 2014
5 Semiha Şentürk “Orhan Duru” Pembenar, milliyet.com.tr. 201?

6 Bahri Doğukan Şahin, Orhan Duru’dan Bilimkurgu Öykü Derlemesi: Yoksullar Geliyor, bilimkurgukulubu.com, 2017

28 Ocak 2019 Pazartesi

Ruhun Gemisi


irşat eden tüm mürşitlerle aynı gemide
kendinde misin,
sor bir,
sen kimsin?

ilim irfan
ifrazat ve kan
milli iradenin iğfaliyle hayat bulan bu tarumar hilkat
sen tekrar ederken dilinde hep aynı iki kelâmı
kimindir bu meclis?
kimdir bu mebuslar?

beşeriyetin attığı her adımın,
medeniyette var mıdır bir karşılığı?
söylesin reis-i cumhur
versin bu sualin cevabını

irşat eden tüm mürşitlerle aynı minvâlde
sanıyorlar kendilerini sansarlar
oysa
binbir kederden sorumlu bu ittifak
müfredatı acı, kelamı sancı
yuh olsun sana zalim,
ayağa kalkana zulümle verdin selamı

hükmün şer, hükümetin şerden beter
yasaklar, yasalar, gece yarıları ve tecavüz vakaları
mütecavizdir devlet, tarihi şanlı, fıtratı kanlı

tebaanın güziniydin halka güzü getirdin
göz gözü görmüyor şimdi gündüz vakti

irşat eden tüm mürşitlerle aynı kertede
sandın kendini,
oysa
sen koca bir hiçsin
düşmeden evvel son bir sefer
bak çocukların gözlerine
ceddin kâfirdi, sen katilsin


Burak Albayrak

26 Ocak 2019 Cumartesi

Benim Üç Gün İntiharım

O ölümü süsleyen aynalara beni
bir bir bölüşür her neyle anılmışsam
karaborsa, sevdayı da kendinden üstün görmek
bir elini kaldırsan da göğe
 ihtiyacını duymaz hiçbir öğrenci.
korku, saçlarını taradığın tarak
bir tokada öfkeyi sıralayan ikinci eli doğanın
anladım artık hasret kuşağımı kurcalamaz.

Bildiğim  bir şeyler var
devamlı bildiğim bir şeyler var
acı, anonim hale gelmeyinceye dek çekilmesi yasak
kimsenin ortasında olmak istemeyeceği  kadar hikayesi mümkün.
yani ben
pasaportun işkencesine karşı gelemedim
duyurmadığım kulak kalmasın diye  ezilmemenin hıncıyla
söyledim bütün marşları
ayın taşınmaz haberi tez
kalbimin üstünde yürümeyen ayaklar için sefil
hiçbir şeyin tam teşviği,
yüzüm olmayacak biliyorum
şurasında kederi bilene gazeteler hicret hepten
ne vakit  dışarı çıksam
annem cumartesi.

Çalılarla  sallanan bir coğrafyanın isteği ne ki
oysa aşkın ve alkışın
bahar ve buharın kurşuni bağlantısında
ilk kez dönüşeceği bir değirmen için  akarsuların heyecanından başka.

Kimin veya kimlerin icadı
dövüşmeyi çiçek toplamaktan önemli saymak
bir anı yakalayıp tetikte omurgayı kıskandıran bu güç
dayanmaya ıslık ey tutuşum
kırabildiğim kadar cam memelerinden
öyküsüz değil sivil olmak.
insanın bükülmez havzasıdır Kerbela
kısmi ehliyetidir intiharın
üç gün boyunca
seni düşünmek.

Adem Üren

24 Ocak 2019 Perşembe

Kısa Devre

Şaşırmayı özledin.

Vaziyetin ne denli boka bulandığını uzun afili cümleler kurarak anlatamazsın. Dilcambazları cemiyetinden dün kovuldun. İş bulmak zorundasın. Olmuyor. Alkol adabını parçalıyorsun. Olmuyor. Geçenlerde bi' kızla tanıştın. Olmuyor. Bir tane bile çocukluk hatıranı anımsamıyorsun. Cümleler kalbini incitiyor. Manşetler beynini incitiyor. Rezil bir umudun var. Geleceğe dair. Planlar kuruyorsun. Tahmin et? Yine olmuyor. Şunu iyi biliyorsun ki, iyi kafalar iyi planlar kurar. Olsun. Kurguda hallediriz diyorsun. Olmuyor. Ritm bozuluyor. Leylek ölümleri artıyor. Cihat gizlice devam ediyor. Elli kuruşu sonra bıraksam diyorsun. Olmuyor. Yeter artık be diyorsun. Bağırıyorsun. Çağırıyorsun. Onlar yüzünden diyorsun. Sana işe yaramaz olarak bakan ukala gözler. Terazinin ağır küfesi. Nihai çözüm. Silahlanıp öldürelim diyorsun. Olmuyor. O zaman zarif biçimde biz ölelim diyorsun.

Bu da olmuyor.

Volkan Yalçın

22 Ocak 2019 Salı

Troya Atı

Troya atı
Hiç ister miydi
Tahta gövdesinin içinden
Eli kanlı savaşçılar çıksın?

Ona sorarsanız derdi ki:
-Tanrının bereketi ile onurlandırılmış
 Sonsuz sevdalar çıksın karnımdan

Çok ağlamıştır bence
Troya atı
Yahut dua etmiştir
O kanlı gecede
Çatlayıp ölmek için
Gerçek bir kısrak gibi
Ve demiştir mutlaka kendi kendine;
-En azından öldürmeseler
 Yan yana uyuyan aşıkları

Halil Tekeş

20 Ocak 2019 Pazar

Yeryüzü Pazarı

geldiğimde kurulmuştu çoktan pazar
unutulmuş sokaklardan geçtim sonra müziklerinizden
gördüm plastik hallerinizi uzağınızda biçimdim
sabık bir dinin son ayininden kaldım zamanınıza

herkesin yarasını yarıştırdığı bu zamanda
geldim sizden ayna olmaya
saçlarınız için değilim
kılığınız için hiç değil
bir sır var suratlarınızda
yüzümden anlatmaya geldim

vikinglerin öfkesi ezidilerin çığlıkları
toprağın uzun acıları çakılı vücudumda
çıktım unuttuğunuz ölüler zamanından
ve
geldim
sessizliğin kabullenişini yıkmaya

tükürmeye geldim aynalardan
sindirmeden geçmiş yaptıklarınızı
ve
olmaya
geldim: hiçbir şey !

acının düştüğü ilk yer hala sıcak

Recep Özgen

18 Ocak 2019 Cuma

Tanrı ile Kaptan

Tanrı'ya hiç sarılmadım
zaten o'da bana sarılmayı istemez hiç.

aramızda flu bir gölge gezinir durur
ve biz korkarız o gölgeden.
gölge diri midir ölü mü? ikimiz de bilmeyiz.
ve tanrı ile ben
birbirimizi alnımızdan hiç öpmeyiz...

kırılmaya yüz tutmuş
mavi renkli çantanasına doldurdu balık ağlarını.
tanrı onu izliyordu,
tanrı onu sevmiyordu,
tanrı onu sarıyordu balık ağlarına.

yeryüzünün fistanı yamalı kızları arasında
elindeki mavi oyalı yazma ile halay çekerdi Tanrı.
melekler üç ayak peşinden giderdi Tanrı’nın.
Tanrı’nın omuzları tuhaf ve sarsıntılı bir galaksiyi andırıyordu.
kaptan ise bilmezdi hiç halay çekmeyi,
yazma kenarına oyalanmış maviyi…
kaptan en fazla
yağmur yağdırıyordu kentlere
ve kentleri ölüler ülkesine döndürüyordu.

çarpık taşlar dizmek için yakıyordu ağaçları Tanrı
ateşin karşısına geçip
yeni cehennemler yaratıyordu.
bilmiyordu ama hiç
ateşin küllerinden kırmızı gemiler ile kaptanın çıkıp geleceğini.

bir gece sabaha yüz tutacak
şafak vakti gelecek
ve şafağın kırmızısına boyanacaktı gemiler.
içlerinden birinden
dudağı seğiren bir çocuk inecekti.
adını soracaktı çocuğa,
Çocuk; -kaptan!- diyecekti.
korkacaktı Tanrı.
yarattığı cehennemlere bırakacaktı kendini
yirmi bin fitten.
denizin açıklarından
yeni kırmızı gemiler görünecekti.
düdüklerini çalarak yaklaşırken limana gemiler
Tanrıya eğilip bakacaktı kaptan yukarıdan.

kaptan Tanrı olacaktı
Tanrı ise bir hiç!

Deniz A. Tüzün

16 Ocak 2019 Çarşamba

Üzerine Düğümler Atıp Giden, Üstelik Çözmek İçin Sana Kendini Bıçak Gibi Bırakan Şiiri

I.
beni bir rüyada görüp, unutan.
bana, onun rüyasında bile onu gösterdi

II.
hazırlıklar yapıldı, karşılandı karmaşa
varılması lazım dendi,  o,,
burada ise konmuş kartallar vardı
vahşi değil, keskin olmayan gözlerine
bakıyorduk, oturmuştuk
öyle mi?
inanmıştık dedi artık bırakmıştı olmayanı
rüyasında dahi, hatırına gelen
ağlayışları

karılmıştı artık eskisiyle inanç
yenisiyle alay ve değmemişti söz artık nedendir hiç duygulara
sordu,  böyle beklemekten sıkılmadın mı?
sordu, böyle yaşamaktan yorulmadın mı?
sordu, niçin kendini…  o,,

I.
ayrıldım oradan ve başlayan bir şey gördüm
nerede kaldı eskiyle olan
vakitsiz yeni? 

III.
Böylece bir düğümü çözüp, ilerledim
Öyle sanmıştım, ilerledim sandığımda
Bıçağı gördüğüm, o,,
Oysa kendini bir düğüm gibi gidişiyle
Var edip, bıçağı da kendinden eden,

Mete Karaoğlu

14 Ocak 2019 Pazartesi

Çürümenin Seyri

açıklanamaz bırakılış, akışın dışında kalma
içime doğru gerinen çit ve sınır
dilsizlik yakıntıları! insanın anlam arayışı
yok edilemeyen istekler, olmayış hazzı
tükeniyor uzak hevesim. bir mektup
yazmalıyım son çırpınışlarımla:

akış, yok ederken zarafeti ve farkı
içindeydim onun. çağın döllediği
statü belirleyici aksesuarlarla,
ilksöz’den beri ayrı sınıflarla,
sıkıştığım yer oydu.
büyük bir hızla etrafımıza yayılan gerçek
önemsiz kılınışı okyanusun, telef oluşun
bazı şeylerin maddiliği bunun yanında
siyasi partiler tepkisiz meclisler ısınmayan odam

nasıl kabul edebilirler beni gelsem tüm çıplaklığımla

hayır

yine yeryüzü tiksintisi, matematik uykuları
yine de bitimsiz dağılır adına tozlarım

Yiğit Kerim Arslan

12 Ocak 2019 Cumartesi

Ses

Sabahın soğuk sesleri, inatla yaygın
işçiler, yollar, yolcular, raylar
demirin çatışması kendiyle
boşluğun göğe doğru karma korosu
birbirine ulanmış yapılar içinde

bir günün güneşe aldırmadan
sonuna ve başına hükmeden
ışıklı uyarı zilleri çaldı
gürledi gürültü, gömüldü her şey
dibine kadar sesin
duymadı kimse kimseyi
gece geçer dendi, kapandı kapılar
toplu disiplin zirvesi topuzun asaleti
dağıldı saçlar uykudan önce
ve ancak düşünceler kendini yalnızken aşar
-özgürlük ölümün sol eli-

aç ruhumuzun ince örgüsü
iğreti bir bakışın biçimsizliyle çözüldü
dinleyin sokağı, içini döktü sessizce

ay gömüldü
ve gürültü
kopardı uykudan kabus gören çocuğu

Ufuk Yeşil 

10 Ocak 2019 Perşembe

Modern İnsanın Ölçüsü Olarak Bir Kalbin Boyutları

Modern insanın kendini oluşturma süreci, aynı zamanda bir parçalama sürecini de getirir beraberinde. Yaparken; yapmaya, şekil vermeye çabaladığını büsbütün yok etme durumundan söz ediyorum. "Bir insan kendini nasıl var eder?" sorusu, sanıyorum; çağdaş insanın kendini bir asalağa çevirme hevesi yüzünden göz ardı ediliyor artık. Var olmak için; görece iyi ve yükselme ihtimali olan bir iş, başını sokacak bir dam ve sonrasında tıkır tıkır işleyen kurulu bir düzen hedefleniyor. Bu saydıklarım, kentlisinden kasabalısına ve hatta köylüsüne kadar sirayet etmiş bir çeşit kendini yok etme biçimi. Kendini yapmaya çalışırken büsbütün yok etmek.
Kadire Bozkurt, Bir Kalbin Boyutları isimli öykü kitabı ile tam da buraya işaret ediyor. İyi ile kötü olan arasındaki iç içelik, kişilerin kendi enkazları üzerinde nefes alıp verirken başlarına gelenler ve nihayet, çaresi bulunmaz sanılan "Küçük Dertler" e sahip insanların öyküleri.
Kadire Bozkurt'un Alakarga Yayınları etiketi ile çıkan, ilk kitabı Küçük Dertler'i 2016 yılının Şubat ayında okumuş ve ikinci kitabının çıkmasını hevesle beklemiştim. Bozkurt'un öykülerinde çağdaşlarından farklı bir ses işitiliyor çünkü. Kendini sadece olaya ya da dile yaslama kolaylığına yüz çeviren, içinde yaşadığı toplumu bir kenara itmekten imtina eden bir yazar Kadire Bozkurt. Bir Kalbin Boyutları, modern insanın açmazlarına, iyi ile kötünün homojenliğine işaret ederken, geçmişten günümüze taşınan dil mirasına sahip çıkması hasebiyle de yazarının dikkatle izlenip, okunması gerektiğini fısıldıyor bize.
Kitabın ilk öyküsü Aksak Ritim, tuhaf bir aşk hikayesini; arabesk şarkıların, torpido gözünde kaset olan eski arabaların, mutsuz ama güzel kadınların, sevmeyi bilmeyen tesbihli delikanlıların hikayesini anlatıyor. Öykünün başı ile sonunda, yanında tuttuğu öykü kişisinin değiştiğini fark ediyor okur. Yerinde saymayan karakterler ve geçişken ruh halinin sahiciliği, okurun gerçek olan ile bağını güçlendiriyor. Öykü kişilerinin kullandığı jargona aşina olanlar bu konuşmayı yadırgamazken, yabancısı olanlar da yapay bulmayacaktır diye düşünüyorum.
Bezelye'de bir aile hikayesi anlatan Bozkurt, sinematografik bir anlatım yolunu tercih etmiş ve okura, zaten kullanılan bir teknikle seslenmiş. Bezelye'de temel olarak dikkat çekici olan ise; düşman yaratma klişesine düşünmemiş olması. Kardeşler arasındaki rekabet asla sevgisizliğe evrilmiyor ve bu, öykünün üzerine çöreklenme ihtimali olan karamsar havayı dağıtıyor. Yazarın kurduğu cümleler, yarattığı atmosfer, yaptığı özenli betimlemeler sanki okura: "Bak bu yoldan gideceksin." diye fısıldıyor. Bu bir anlamıyla sakıncalı gibi görünse de bunu sadece ne anlatmak istediğini bilen yazarlar yapabiliyor. Bu bağlamda düşününce, yazarın metne olan hakimiyetini fark eden okur ona kendini bırakmaktan imtina etmiyor diyebiliriz. "Dantel örtüler her daim mum gibi. Her şey hep yerli yerinde. Huzurumuz, ağzımızın tadı." ya da "Ömründe ilk defa başını sokacak bir yeri oldu, tapulu mapulu. Sapalığına aldırmaz." (burada behsedilen mezardır) benzeri cümlelerle kurulmuş Bezelye öyküsü, yine modern insanın ataerkil aile yapısından kopuşunu ve bu kopuşun yaşattığı kimi zorlukları anlatıyor.
Öyküleri okudukça bir merdivenden yukarı doğru çıktığını hissediyor okur. Bozkurt bize, dinlene dinlene ilerleyebileceğimiz ve tepesine tırmandığımız vakit manzaranın keyfini sürebileceğimiz bir alan yaratmış kitapta.
Haciz isimli öykü, tanrı anlatıcı ile ben anlatıcı tekniğinin birbirine geçtiği ve yine mutsuz bir ailenin yok oluşu üzerine eğilmiş bir öykü. Öykü boyunca, öykü kişisinin televizyon ekranından gördükleri ve diğer küçük ipuçları, öykünün sonuna ulaşınca bir anlam kazanıyor. Öykü baştan sona bir yas merasimi gibi ilerliyor diyebiliriz. Kaybın verdiği eksilme duygusunu eşyalarla perçinleyen yazar; melankolik bir buhran okutmak yerine, sadece olanı sunuyor okura. "Ölmek için yalvaranları almıyoruz. Acısına son verilmesini dileyenleri. Kötüleri, faydasızları, vazgeçmişleri almıyoruz. Yalnızca kelleşmiş, gözlüklü, işine tutkun kocaları. Bir de küçük kızları." pasajı, öykü kişisi ile bir bağ kurma imkanının yanında; yazarın düşünce ekseninin içinde bir yere konumlanmamızı da sağlıyor. Bozkurt bir önceki bezelye öyküsü ile beraber düşününce gönüllü dağılan bir aile ile zorunlu olarak dağılan bir ailenin karşılaştırmasını yapıyor adeta. Bu boyutuyla hem psikolojik hem de sosyolojik okumalar sunuyor bize. Kavramlar, olgular ve olaylar üzerine uzun uzun düşünmüş bir öykü yazarı ile karşı karşıyayız. "Kıvamlı, hastalıklı bir rengi var zamanın. Ağır ağır akıyor." cümlesini, öykünün finaline yakın bir yere tesadüf eseri yerleştirmemiş Bozkurt. Orada, okuyanın çözmesi gereken başka bir sır yatıyor.
Bozkurt Herkes Elinden Geleni Yapıyor isimli öyküsünde, sözü yine bir antikahramana bırakıyor. Bir işçi ailesinin gözünden, biten bir evliliğe eğilmesinin ötesinde öyküyü lezzetli kılan şey; okuru arafta bırakıyor olması. Kişinin yalanla kurduğu ilişki, çaresizlik ve beklenti üzerine yoğunlaşan Herkes Elinden Geleni Yapıyor isimli öykü, sınıfsal bağlardan ayrı okunmaması ve bu şekilde yorumlanması gereken bir metin.
Fareler isimli öyküde, yine iyi ile kötünün içi içeliğine dokunuyor Bozkurt. Diğer öykülerden, yarattığı karanlık atmosfere ayrılan bu öykü başka bir alan açıyor okura. Öykü kişisinin tekinsiz hali, aile bireylerinin ona olan tutumu göz önüne alınınca olağanlaşıyor. Ancak bu olağanlaşma asla bir meşrulaştırma değil. Aileden, ilişkilerden kopmaması bağlamında bir bütün içinde ele alınabilecek öykü; okurda yine başka bir yola sapıldığı hissini doğuracaktır diye düşünüyorum. Zaten kitap kent ve köy öyküleri olarak ikiye ayrılabilir temel olarak. Kent öykülerinde doğrudan modernizme yönlenmiş olan oklar; köy öykülerinde çeşitli efsanelerle, dolaylı olarak eğiliyor buraya. Bu ayrım hem okurda aynı şeyi okuduğu izlenimi yaratmıyor hem de Kadire Bozkurt'un tek yönlü bir yazar olmadığını gösteriyor. Yazar, söylediği şeyi altını çize çize söylüyor ancak bunda tekdüze olmamaya özen gösteriyor.
Köy öykülerinden biri olan İncirin Tanıklık Ettiği isimli öyküde; o atmosferin hissettirdiği yalnızlık duygusunu şöyle ifade ediyor yazar: "Yalnızlık, nemli ağır kokulu bir giysi gibi burada. Kendini anbean hissettiriyor."
Bozkurt, kent öykülerinden köy öykülerine geçişi kurgularken tesadüflere, savrukluklara izin etmeyen bir yazar olduğunu gösteriyor ve bu ilk geçiş öyküsünde kentten köye göç eden bir kadını anlatıyor bize. Bu öykü kişisi de yine iyi ve kötü arasında bir yere kolayca konumlandırılamayacak kadar gerçek.
Kayıp isimli öyküde, çocuğunun gözünün içine baka baka "Keşke seni doğurmasaydım!" diyen bir kadının hikayesi anlatılıyor. Burada da bu yaralayıcı sözün sahibine hak verdiğimiz öğeler var üstelik. Ardından gelen; İp Falan Yok Mu Boyunlarına? isimli öyküde, hayatından memnun olmayan birini, karabataklarla özdeşleştirerek anlatıyor yazar. Bu öyküde şöyle anlatıyor Bozkurt modern insanın sıkıntısını :"Yoruluyor balık. Şimdi göz hizamda. Kanca ağzının kıyısında, deli gibi çırpınıyor. Yakalanan benmişim. Debeleniyormuşum. Bir türlü kurtulamıyormuşum. Öyle bir sıkıntı."
Kupa Kızı isimli öykü Kadire Bozkurt'un Beat Kuşağı okumaları yaptığı ve bundan faydalandığı izlenimi yarattı bende. İntihara meyilli birini anlattığı öykü, diğer öykülerden başka bir yola sapmış ve iyi de etmiş. Okurun dikkatini toplanmasına izin veren bir öykü olmuş bu sayede.
Bir Kalbin Boyutları öyküsünde, aldatılmanın yarattığı memnuniyetsizliği ve kabullenişi anlatıyor yazar. Hem kitaba ismini veren hem de tüm kitaba hakim olan; "ne yapacağını bilmeyen insan" portresini iyice netleştirildiği bu öykü, dikkatle okunmalı diye düşünüyorum. Yazar, Bir Kalbin Boyutları öyküsünde ve tüm kitapta; kadınları, onların yaşadığı travmaları, toplum içinde konumlanışlarını; kimi zaman sessiz, kimi zaman güçlü karakterle okura gösteriyor. Bu göstermede tesadüfiliğe müsaade etmediği, bu sorun üzerine etraflıca düşünüp kafa yorduğu çok belli Bozkurt'un. Kitabın bütünlüğü bakımından düşünüldüğünde, en önemli öykülerden biri demek yanlış olmaz Bir Kalbin Boyutları için.
Bir Başka evlilik hikayesi olan Tilki Deliği ise belki de kitabın en çarpıcı öykülerinden biri. Hijyen takıntısı olan bir kadının, eşi felç geçirdikten sonra yaşadıklarını sade bir dille anlatan yazar; bizi ufak tefek, görmezden geldiğimiz bazı hastalıklarımıza bakmaya zorluyor.
Bir gösteri toplumu eleştirisi diyebileceğimiz Yaşıyoruz Madem isimli öykünün en çarpıcı noktası; her şeyi kabullenmiş olan bireyi, sökülmüş ağaç metaforu ile beraber ele alması. Gerçeğin ötesinde, insanlara dayatılanın dile tezahürü şu parça ile gün yüzüne çıkıyor: "Balık tutarken bira içersen keyif adamı olursun, oltan yoksa serseri. Kendi içinde ne olacaksan ol gene ama bu ahmaklara çaktırma."
Av isimli öykü bir intikam meselesini anlatıyor ancak bu metinde asıl dikkat edilmesi gereken nokta; antikahramanlarla ilerleyen diğer öykülerin aksine "iyi" diyebileceğimiz bir öykü kişisi ile karşımıza çıkması. Ancak iyi olanın, toplumun dayattığı genel ahlak kurallarına uymuyor olması onun cezalandırılmasına sebep oluyor.
Yazarın diğer öyküsü Sekiz Gözlü Kiştey; rüyalar, efsaneler ve tuhaf yaratıklarla örülmüş. Kurmacanın yararlandığı kaynaklar açısından yeni bir alan diyemeyeceğimiz bu öykü, yazar adına başka bir kapıyı işaret ediyor okura. Sonrasında gelen Akrep Yılı ve Sarıkız öyküleri ile beraber düşününce, yazarın karanlık bir atmosfere geçiş yaptığını söylemek gerekiyor. Bu karanlık atmosfer, anlatılmak isteneni parlatıyor olması açısından faydalı bir unsur. Ayrıca, Akrep Yılı öyküsünde anlatıcının çocuk, baş öykü kişisinin de köyün en yaşlılarından biri olması, okuma zevkini arttırırken; ne olacağını bilmeyen okurla, anlatıcı çocuk arasında organik bir bağ kurulmasına da yardımcı oluyor.
Yazar kitabın son öyküsü olan Yeşil Parka Meselesinde, bir kaybolma hikayesi anlatıyor. Öyküdeki göndermeleri iyi okuyabilen okur, bütünü de düşünüp kitabı bitirdiğinde, yazarın neden ormanda kaybolan çocukların hikayesini anlattığını anlayacaktır diye düşünüyorum.
İnsanlar kendilerini farklı kıldığını düşündükleri bazı eğilimler geliştirmiş tarih boyunca. Kimi jazz müzik severken kimi blues sevmiş. Kendilerini benzersiz kıldıklarını düşünerek; sevdikleri edebi türlerden, destekledikleri siyasi kamplara varıncaya kadar, bir çok farklılık geliştirmişler. Ancak onlardan tüm bunlar üzerine, özelikle isim belirtmeden konuşmalarını istediğinizde, aşağı yukarı benzer şeyleri söylerler. Sevdikleri edebi türün, tuttukları takımın, dahil oldukları ideolojik kampın onlara ne hissettirdiğini anlattıklarında yine birbirlerinin kopyası olurlar.
Bu bakımdan insan, kendini diğerlerinden ayıran, parmak izi kadar keskin bir şey bulamayıp aynılaşır.
Kişiyi farklı kılanın; bulmak, geliştirmek, yaratmak ya da yapmak olduğu gerçeği zaman içinde, çeşitli yöntemlerle unutturulmuş insanlara.
Bu temel sebep yüzünden kendini özel sanan ancak fotokopi makinesi ile çoğaltılmışçasına aynılaşmış mutsuz kitlelerin içinde yaşıyoruz.
Kadire Bozkurt, Bir Kalbin Boyutları kitabında, işte bu insanların genel görünüşü ile ilgili bir fotoğraf çekmiş bize. Fotoğrafta gördüğümüz bu acı şeyler ise; fotoğraf ustaca çekildiği için sürekli bakma isteği doğuyor okurda.

Kadire Bozkurt

Konya'da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Ankara MYO ve Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Öyküleri Notos, Kitap-lık, Varlık, Sözcükler, Sarnıç, Edebiyatist, Ian Edebiyat dergilerinde yer aldı. İlk kitabı Küçük Dertler Alakarga etiketiyle 2015 yılında yayımlandı. Bir Kalbin Boyutları ise 2017 yılında okura sunuldu.

Devrim Horlu

12 Mart 1988 yılında İstanbul’da doğdu. Gölgeler Çürürlen isimli şiir kitabı var.

8 Ocak 2019 Salı

Tavuk Sucuk ve Tonla Bahane

kuyruktayım, sıramın savuracağı günü bekliyorum
yığılmayı kalabalığın huzurunda
tozlarıma yapışkan sıvı aramadan
işte tam adım, dümdüz, göğsüm kabarık
sıyrılıyorum dünyadan, kafam karışık

kaşıklayarak yuttum neyiniz varsa
sonsuz pınarlarınız, saçlarınız sırma
aksettirdiğim kuvvet, sırtımda travma
sert, haklı, savunmasız tabanca
yürü yürü yürü yasak yorulmak inanma

kuyruktayım, sıramın avucundaki toprağı izliyorum
göğü izliyorum, göçü, kaybettiğim kahrı kalabalıklarda
seyirciyim, kesilmiş biletim, ölmek yasaklandı
sıyrılıyorum omuzların şiddetinden yumruğumun kudretiyle
halkımı kancalayarak omzuma
                                        onur nişanı

dokunarak hissettim neyiniz varsa
dikenlerinizden zambaklarınıza korkulara
kızarmış ekmeklere ve tavuk sucuklara
ucuz marketlere isyancı dudaklara
kaba, küfrist, günahsız beyaz
dokun dokun dokun kaşesizdir his inan

bu sırayı yakardım da, yakardım da yüzümü
hiç kaybı düşünmesem, inanmasam hiç kendime.

adem fatih kılıç

6 Ocak 2019 Pazar

Kale Burçlarından Sarkanların Hikâyesi


Bir yerlerde aslanlar dolaşıyor daha, bilmeden, aslan oldukları süre, güçsüzlük nedir.”
                                                                                               Rainer Maria Rilke – Duino Ağıtları

1.

Cemiyete gövde gösterisi tarzında beyaz bir gömlek dikiyorlar
“Ya aslan!” diyor daha ilk cümlesinde kaburgasını kaybeden bir ermiş;
“Ya aslan! Üvey cinayetlerin babası olmana çok az kaldı,
biraz dayan…”
Biraz kızıl bayraklar için kana bulanmış teşebbüsler var hayatında
Biraz kalınlaşan façalarına imza diye bakanların korkaklığı
Ah nasıl olurdu bıçakladığınla bıçaklandığını uç uca ekleyebilsen
Ne harika bir yarayla karşılardınız o muhteşem günü!
Ne intiharları sert alkollere gömerdi bu nadir demokrasi!
Şüpheye sebep olan narin ihanetlerini boşver şimdi
Tetik tutan parmağına şahit olsun yeter ki cüceleri kavuran o duman

Biliyorsun, sen de ağlayacaktın o kadını görünce
Eline sürdüğü kınaları bir bebek emzirir gibi durmadan okşayan.

2.

Kılıcını bilemen için sana taş getirdim
Ya aslan
Kılıcını bilemen için sana taş getirdim.
Öteye fırlatılmış bir entariyi incelikle kesmeyi
Eflatun seccadelere nakış diye mercekler dikmeyi
Kaybetmeye aşina fıtratın tatmin olsun diye
Nar’ı öp. Nar’ın saçlarını ör. Nar’ın memelerine yat. Nar’ı ak topuklarından yarat ki
Yer, sana kurban olsun ya aslan,
Yer sana kurban olsun ki,
Çakıl ve kanınla süsle bütün terk edenleri

3.

Şahit olurlar mıydı üç yerinden kırılmış bir kemiğe,
Kavga çıksın da ağabeylerimize ötelim dedikleri hadiselere bir de.

Teşekkürler  
Çiftli kağıtların becerisine herkes hayran olurdu o vakitler.
Üzümler usulca düşecekleri toprağa doğru yaklaşır
Dokunulmaz, ağlanır, çünkü bunun bir manası vardır.
Üst üste üç kere öpmeye kıyamadığın et,
Her seferinde ihanet
Her seferinde yanmasın diye endamını kullanır,
Bu aslında ayıptır.

Bazen eşkalleri mağrur adamların hisli nefesleri
Bazense itinayla iliklenmiş düğmeleriyle zaman biraderimiz
“ıhhh yapın zarbo geliyor” der, ve kapanırdı hadisemiz.

4.

Dediler,
“Piyasada mitralyöz kalmadı ya aslan,
Affetmek için pamuk, tiner ve yumurta poşeti kullanacağız…

İş ki, dumanı pırıl pırıl gözlerinle takip ettin,
Yaka paça bir aşkı terbiyesiz cümlelerinle faş ettin.
Halbuki gideydin,
Radikal bakışlarınla Antep yöresini bu kadar hırpalamayabilirdin.

Nar, kırık bir meyve dahi olsa ihtiyacından fazlasını yeme aslan.”

5.

Şehre yukarıdan bakıyorum.
Tecrübesi kederlerine tercüman şaşkın gerillalar diziliyor önüme
“Şüphe nedir?” diye soruyor bir kaçı.

 Durup cevap veriyorum.
 “Ya aslan,” diyorum, “çatılardaki bunca hüzün niye?”

Onur Güzeldiyar

4 Ocak 2019 Cuma

Neden?

Neden o bara gitmiyoruz? Çünkü oranın sahibi Perinçek'e oy veriyor Çünkü dj lavuk sarhoş olduktan sonra balkan havası çalmaya başlıyor. Çünkü kapıdaki  aygırla hiç bir zaman yıldızım barışmadı. Çünkü bugün cumartesi -dışarı çıkasım yok.
Çünkü orası memlekete benziyor, adisyonda hep geçirmeye çalışıyorlar. Çünkü dün Eskişehir'deki eylemde bir kardeşimiz öldü, galiba inmem gereken yas durağını kaçırdım.
Samimiyetimle söylüyorum, bugün o bara gidemeyiz.
Çünkü bu gece yarısı dedemin silahıyla birilerini vurabilirim. Çünkü başaramayacağımdan emin olduğum otuz günlük içki detoksuna girdim. Çünkü  mobeselerden bize lanet akıyor. Çünkü GBT'mde sıkıntı çıkabilir. Çünkü heyet raporum iptal oldu. Çünkü mide krampımı tetikliyorsun- ki bunu bilsen, eminim çok hoşuna giderdi. Bugün olmaz. Çünkü bu gece, karanlıkta adım atabilmeyi öğrenebilmek için Uzmantv vidyolarını izleyeceğim.
Bu gece seninle o barda içmesek olur mu? Çünkü seninle içmek istemiyorum.
Beni hiç bu kadar sinirli görmüş müydün?  Korkma, mesele sen değilsin. Aslında biliyor musun, mesele sensin. İçimde her zaman varolma eğilimi gösteren zifiri boşluktan ibaretsin. Onlar gibisin, küfür gibisin, uyanıkken görmek zorunda kaldığım cami ve kışla toplumu gibisin.
Hem biliyor musun, şirkette beni herkes sever dediğinde sana içten içe çok gülmüştüm, çünkü şirketteki herkesin seni sevmesi için kaypak ya da götün teki olman lazım.
Pratikte evli bir kadın olduğunu öğrenince de çok gülmüştüm, çünkü profesyonel yalancılarda görülen on sekiz özelliğin çoğuna sahip değildin.
Geniş balkonlu bir evde oturma hayalini duyunca da çok gülmüştüm. Bunu ilk tanıştığımız o evin geniş balkonunda söylemiştin. Sarhoştun.
“Otuzuna geldiğimde arkama gururla bakmak istiyorum” dediğinde ise buna gerçekten gülmekten ölmüştüm. Çünkü seni tanıyordum.
Bazen, çizdiğin resimlere baktığımda renk körü olduğumu düşünüyorum. Telefonuna kurduğun alarmın iğrenç melodisinini de... O alarm bana bazı şeyleri hatırlatıyor: Bazı şarkıları aklından çıkarmanın vakti geldi.
Yeşil gömleğini hatırlıyorum. Kusmuğa bulanmış saçını da.
Acil serviste yediğin serumları hatırlıyorum. Dilediğin manasız özürleri.. Oval gam kümesini. Nemli dudakları. Naif erotik heyecanları. Kafayapıcı demir bibloyu. Test edilmiş kaknemliğini. İktidara gelince yasaklayacağın şeyleri. Ispanağa duyduğun akılalmaz hayranlığı. El kreminin kokusunu. Muhteşem bir senkronla birbirimize boyun eğdiğimizi. Hangi tekelin daha yakın olduğuna dair ödüllü münazaralarımızı. Kuşbakışını. At hırsızını. Peçete terörünü. Griye çevirdiğin bedeni. İlelebet payidar kalamayan hisleri. Ve bunun gibi mühim olmayan bir sürü detayı.
Boşver o bara gitmeyelim. Yapılacak daha güzel şeyler illa ki vardır. Bari bugün vahşete like atalım. Sahneyi başka açıdan çekelim. Neysek o olalım. Tutarsızlıklarımız listeleyelim. Narkotik serveti yağmalayalım. Olmaz olası ciğer ameliyatına girelim. Kedinin ahlağını çalalım. Köpeğin ahlağını çalalım. Ağaç şivesiyle konuşalım. Sokaklardaki mutlu boşlukları kapatalım.
Ama o mekana uğramayalım.
Barbar melekler peşimizden gelirse, erketeye ben yatarım.

Volkan Yalçın

2 Ocak 2019 Çarşamba

Faça Kokusu

Bunun sonu yok, göğü yere düşüreceğim
Her yıldızın yığıldığı yerde bir çocuk korkusu vardır
Her sustalının ağladığı yerde bir faça kokusu vardır
Kadınlar geçiyor, yüzleri yorgun okyanuslarda paslanmış
Çiçekçiler ölüyor, durdurun bunu

Acım kanadı ağlamaktan, birlikte olamayız
Ağıtlar su alıyor, kara çok uzakta bir savaş meydanı
Liman, dişleri dökülmüş dul bir melek gibi ışığımızı bekliyor
Fenerciler yakılıyor, bu çılgınlık

Bunun anlamı yok, duacılar ortaya çıktı
Bir zikir halidir para sayma makineleri ve
piksel nesli anksiyete rengine boyandı
Bunun hiçbir anlamı yok, rüyalarım ofislerde öldü

Hadi, şu ufuktan geçen atları düşürelim
Düşmeyen her ne varsa siyaha düşürelim
Plastik şişelerle evlenen dudaklarla öpüşelim
Kahrolsun atom altı parçacıkları
Bunun açıklaması yok, kalbimi semt semt yakacağım

Onur Sakarya

Her Şeye Yeniden Başlamak Mümkün Mü?

arzın merkezinden başlayarak senin merkezinden, ilk öptüğümden nefes suyundan ağaçların ayaklandığı yerden konuşurken uzayan boşluklarda...