30 Kasım 2018 Cuma

Canımın İçi, Böyle Şeyler ve Filmler

Her şey çok sakindi. Başlangıçta hep sessizlik vardır. Yine o bildik şeyler yaşanacak ve sonunda iyiler kazanacaktı. Mekân değişirdi, karakterler de öyle; fakat kalıcı olmanın sırrı bir kahramanlık yapmaktı. Hiçbir şey olmadı diye düşündü Deniz. Bu filmi üçüncü kez mi yoksa dördüncü kez mi izlediğini netleştiremiyordu. Biranın kokusu midesini bulandırdı. Berke’nin omzundan kaldırdı başını. Ter kokusuna karışmış tıraş losyonu içinin karışmasına sebep olmuştu. Biraz kıpırdanıp yaslandığı yastığı düzeltti. Rahat edememişti. Ekranda siyahlar giymiş adamlar sakin sakin konuşuyorlardı. Elini ağzına götürdü. Berke üzerine dökülen kuru yemişlerin kabuklarına aldırmadan filmini izliyordu. Elini çerez tabağına daldırdığında çıkan hışırtıya dikkat kesildi Deniz. Berke gözünü ekrandan ayırmadan birasını kavrayabiliyordu. Şişenin orada olduğundan emindi. Deniz’in de yanı başında durduğundan emindi. Sıcaklığını teninde hissedebiliyordu. Bir kokusu vardı Deniz’in. Bir tadı, sesi ve rengi vardı. Deniz bunları düşünen bir Berke düşlüyordu yarı aydınlık düşünde. Direnmek için çok güçsüzdü. Bu kez hemen uyumayacaktı. Alay konusu olmak istemiyordu; ama ben o filmi sevmiyorum ki diyemezken, aklındakini karşısındakine nasıl açacaktı. Hâlâ bir şeyler işitebiliyordu: “Hiç gerçek olduğunu sandığın bir rüya gördün mü? Ya o uykudan hiç uyanmasaydın rüya olduğunu nasıl anlayacaktın?”
            Deniz bunun bir replik olduğunu biliyordu. Gözlerinin kapandığını ve rüyada olduğunu bildiği gibi; ama zihninin çok arkalarına atmıştı bu fikri. Sanal olmak zorunda değildi. Yerçekiminin hafiflediği, renklerin koyulaştığı, algılarının tek bir noktaya doğru yoğunlaştığı bir dünya ona daha iyi hissettiriyordu. Bir evi vardı. Amerikan filmlerindeki gibi yeşil bir bahçesi, bir garajı ve öylece duran çim biçe makinesi oracıktaydı. Çocuğunu okula uğurlamak için çıkmıştı dışarı. Gökyüzüne baktı. Mor ve pembe bulutları gördü. Yağmur yağacak. Şemsiyeni almalısın Kaan dedi; fakat sesini duyuramamıştı. Kaan okul servisine doğru seğirtmişti. Deniz eline geçen ilk şemsiyeyle koşturmaya başladı. Uykunun verdiği yapışkan ağırlıkla bir türlü aradaki mesafeyi eritemedi. Bir kez daha bağırdı “Kaan” diye. Annelik içgüdüleri miydi onu bu kadar vehimle dolduran. Yoksa yine zihninin en arkalarına, kendisinin dahi göremeyeceği yerlere attığı fikirler mi bastırıyordu?
"Dürtülerini inkâr etmek bizi insan yapan şeyleri inkâr etmektir."
Uyuduğunu fark eder etmez aslında gözleri hep açıkmış taklidi yaptı. Ekrandaki siyahlı kadın ona bakıyordu. Niçin karanlıkta güneş gözlüğü taktığını düşündü. Gözünün ucuyla Berke’nin tarafına baktı. Fark etmemiş olmasını ümit ediyordu. Tıraş losyonuna aldırmadan gömdü başını Berke’nin boynuna. Bir öpücük kondurdu. Bir tepki alamamıştı. Ekranda yeşil semboller ve rakamlar belirdi. Bir kadının yapması gereken işler listelendi. Şemsiye bunlar arasında yoktu. Bir erkeği sevmek de. Doğal olmayan bir şeyler vardı. Kendini rahat hissedemediği, endişenin büyüdüğü bir zihinde, etrafı saydam bir sıvıyla çevrelenmişti sanki. Kocaman çıplak bir adamın bir delikten hızla kaydığını gördü. Sıvı dolu bir cam kuvözün içine düştü. Bu filmi kaçıncı kez izledi. Berke bardağı fondipledi. Başka bir şey izlemek istese… hayır ilk önce bu arzusunu dile getirmek istese. Berke “Burada da mı Kaan” diye fısıldadı. Ekrandan gözlerini ayırmamıştı. Oysa bakışlarının sürekli kayıp gittiği bir yüz vardı. Bir zamanlar bir yüzü vardı. Dokunduğu, öptüğü, kokladığı. Şimdi o soru gelecek diye korktu. Filmdeki dazlak adam soracak.
"Gerçeği" nasıl tanımlarsın? Eğer, hissedebildiğin koklayıp, tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan "gerçek", beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır.”
Bunu yutturabilirdi. Ne Kaanı? diye başladı söze. Hep öyle derlerdi. Başlangıçta söz vardı. Bir başlangıç vardı demek. En evvelinde bir söz vardıysa bunu anlatan başka bir söz daha olmalıydı. Başlangıçta iki söz vardı demek. “Bırak” dedi fısıldayarak adam. Başlangıçta bir “tutunma” eylemini ima ediyordu demek ki. Ellerini aradı çerez artıkları içinde. “Bırak” dedi tekrar. Deniz, “Bunu senin için yaptığımı biliyorsun” dedi. Berke’nin ekrana yönelmiş gözlerine baktı. Bazen şüpheye düşüyordu. Berke’nin hiçbir şey bilmediğine, başlangıçtaki sözü ya da tutunmayı dahi hatırlamadığına dair bir şüphe.
Sokaklar eğlenceliydi. Birini sevmek. Kimse sana âşık olduğunu söyleyemezdi. Bunu ancak sen bilirdin; ama beyne giden elektrik sinyalleri ne olacaktı? Aşk beyne gitmiyordu ki. Elektrik almak ya da alamamak değildi. Bifteğin lezzetli olduğunu, öpüşmenin sıcak, dokunmanın çilek kokusunda olduğunu sinyaller bilemezdi. Yine de elektriğin bitip iki kişinin karanlığa gömüldüğü anlar vardı. Unutmak için zihnin en arkalarına atılan, tıpkı senin de atıldığın gibi. Başlangıçta aşk vardı. Sonra elektrik. Sonra beden. Sonra bir beden daha. Sonunda ne vardı belli değildi; ama her başlangıcın bir sonu vardı. “Bunları duymak istemiyorum” dedi Berke. Ne söylemişti ki? Yine o adamın sesi kulağında:
“Bu açıklanamaz, ama hissedersin. Hayatın boyunca dünyayla ilgili bazı şeylerin yanlış olduğunu hissetmişsindir. Ne olduğunu bilmezsin, ama o ordadır; beynine saplanmış bir kıymık parçası gibi? Seni deli eder.”
Beni hiç tanımamışsın dedi. Berke yanılıyorsun diyecekti; ama kimin ne söylediği tırnak işaretlerinde olduğu kadar kesin çizgilerle belirlenememişti. Sen hep böylesin. Demek ben böyleyim. Ya sen? Şu yaptığın nedir. Hayır sen bizi bu hale getirdin. İçinde hayırların ve –ma, me-lerin sıklıkla geçtiği yeşil semboller durmadan boşalıyordu. Dışarıya doğru. Boşa akıyordu her şey. Önce bardak boşaldı. Sonra duvarda patladı. Önce içki vardı. Sonra kadeh. Sonra kan. Kaan ıslanmıştı ve Deniz onu bu vıcıklıktan kurtaramadı. Bir şişe ekranının tam üstünde patladı. Sırılsıklam bir görüntü çıktı ortaya.
“Tamam” dedi. Bunu sakince konuşalım. Ben zaten sakinim dedi Berke. Deniz’in rüyasında gördüğü ev bir yerlerde varlığını sürdürüyordu. Onu görmese de duymasa da böyle bir sığınağın olduğundan emindi. Hayalleri sığmayacak kadar büyüdüğünde, denizler suyunu taşırdığında, varlığı şüpheli bedeni evine dar geldiğinde Berke çıktı karşısına. Sen açtın bütün bu işleri başımıza dedi Deniz. O kadar açgözlüsün ki, o kadar hislerine, egona bağımlısın ki bir hayvandan farkın yok. Deniz gözlerini kapattı. Kulaklarını tıkadı. Berke kollarından tuttu. Önce ses vardı. Kulaklarını açtı zorla. Deniz “o” olmadığını biliyordu; fakat bilmek, hissetmek ve inanmak asla aynı anda yaşanamayacak şeylerdi. Ben mi açgözlüyüm kaltak diyecekti. Evet sen aç gözlüsün. Ben neyine yetmedim diyecekti. Bu aptal filmleri sen istiyorsun diye durmadan seyrediyoruz. Peki ya ben! Ben istiyor muyum seninle böyle sefil sefil yaşamayı. Sana o adamı bırakmanı söylemiştim. Artık bununla yüzleş. Gerçeği reddedip durma. Arada kaçan hakaretler falan onu üzmemişti; Küfür yediğinde bunun samimi bir öfke olduğunu düşünüyordu; ama filmlerden apardığı bir sözle tartışıyordu şimdi onunla. Yerde duran şişe parçasını kavradı. Deniz’in de replik şeklinde verecek bir cevabı vardı. Ses ekrandan geldi.
“Kaşığı eğmeyi boşa deneme. Bu imkânsızdır. Bunun yerine sadece gerçeği anlamaya çalış. Tamam mı? Aslında bir kaşık yok. Eğilen sadece kendinsin.”
Deniz’in ne saçmaladığını anlamasa da, durumun ciddi olduğunu kavrayabildi Berke. Üstüne atıldı. Deniz’in kendine zarar vermesinden korkuyordu. Deniz’e zarar vermekten korkmuyordu. Elleri kan içinde kaldı. Şimdi cam parçası Berke’nin elinde. Deniz önünde eğilmiş. Cenin gibi yatıyor. Başparmağını emiyordu sanki. Berke bunun bir yanılsama olduğunu düşündü. Deniz dokunduğu, tattığı, sarıldığı, yaladığı şeylerden emin değildi. O sadece düşünceleriyle ve hayalleriyle var olabileceğine inanmıştı. Senin yüzünden dedi. Beni sevmekten başka hiçbir suçu olmayan bir adama acı çektirdim. Berke’nin ne söylediğini duymuyordu; ama ne dediğini biliyordu. Hani sevmeden evlenmiştin. Zenginlik seni mutlu etmiyordu? Lüksü bırakamıyorsun değil mi? Aradığın rahatlık burada yok. Sözleri bitmemişti belki. Deniz devam etti. Sen nasıl bir gavatsın ulan. Sevdiğin kadını başkasının kollarına yolluyorsun. Yerinden fırladı. Bir tokat patlattı Berke’nin suratına. Oğlunun bir başkasına baba demesine nasıl razı oluyorsun? Bir şey daha söyleyecekti. Belki de söylüyordu; ama karşısındaki kes sesini diye bağırıyor olmalıydı. Öyle bir uğultu vardı kulaklarında. Saçmalamayı kes, rüya görüyorsun, yeter gibi klişelerle susturmaya çalışıyordu Berke. Ne olacağını biliyordu. Ufak bir şey söyledi. “Erkek misin be” gibi bir bakış da olurdu. Ekrandaki adam telefon kulübesinden çıkıp uçmaya başlamıştı. Kapı çalınmadan açıldı. Kaan eşikte belirdi. Karşısında duran elleri kanlı adama bakıp “baba” diyebildi.


Bülent Ayyıldız

29 Kasım 2018 Perşembe

Savaş Var, Ağzını Bulmam Lazım

onlar savaşmaya devam edecek.
ben, üst üste yığılmış etlerin içinde
şarapnel parçası gibi dağılan, ağzını arayacağım
birbirine sarılı siperlerde.

ölüyorlar. bunu savaşın en yasal kanunu saydı
çocuğu olmayanlar.

şu dağılan dişlerin.
tek tek buluyorum. avucumda saklıyorum.
saymadım, ölüme bu kadar yakın değilken.
kaç dişin var?

ağzını tamamlamam lazım.
bu kan ve pusun çöktüğü havada
sesinle görebilirim önümü.
-ayağım takılmadan cesetlere, ilerleyebilirim.

onlar savaşmaya devam edecek.
bakarken birbirlerine, nasıl ölünür
nasıl bulurum ağzını, nasıl ölünür 


Mahir Taşyurt

28 Kasım 2018 Çarşamba

Can Baba

“Sararıp dökülmeden önce kızaran yapraklar ki onlar
Şan verdiler ortalığa bütün bir sonbahar 

Mevsim dönüp de yeniden yeşermeğe başlayınca rüzgar
Çıplaklığında o atın yine onlar koşacaklar
O çocuklar
O yapraklar
O şarabi eşkiyalar 

Onlar da olmasa benim gayrı kimim var?”

Bu dizelerin sahibini, Yeni Türkü’den dinlediğimde tanımıştım yıllar önce. Muhteşem bir şarkıydı ama bu kısacık şiir içime sızmıştı.  “Denizlere” yazılması, sıcaklığıyla  beni sarması... Ortalama sayılacak bir şiir okuruydum. Ama Can babayı benimle  tanıştıran bu dizelerden sonra; ona yakınlığım, sevgim ve inanışım iyice şekillenmişti. Aykırılığı, hayata muhalefeti, pardon her şeye muhalefeti ve farklı bir şiir yazması; benim için önemli bir yere taşıyordu onu. Popüler ve gerici kültürün yavaş yavaş iliklerimize nüfuz ettiği doksanlı yılların ortalarından bahsediyorum. Televizyonlarda, gazetelerde onunla ilgili haberler ilgimi çekiyordu ve şiirlerini bazen anlamasam da okumaya çalışıyordum. Şiirlerin altlarını çizip yanlarına çok sayıda soru işareti ve ünlem koyduğum  sayfalar bana bakıyordu. Ya ben bu şiirleri okuyacak düzeyde değildim ya da Can baba anlamayalım diye  böyle yazmıştı. Onun şiiri böyleydi.

Onun, aile sevgisi de bilinmektedir. Tek parti döneminde Milli Eğitim Bakanı olan babasına çok düşkündü. 1954’de  evlendiği Güler Hanıma da. Güler Hanım, evinde aşk pişirip şiir dökeceği kadındı Can babanın. Bir de çocukları Su, Güzel ve Hasan dünyaya gelmişti. “'Küçük Kızım Su'ya”, “Güzel'e”, “Yeni Hasan'a Yolluk”, “Hayatta Ben En çok Babamı Sevdim” isimli şiirlerini çoğumuz anımsarız.

“En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim
Hayatta ben en çok babamı sevdim...”

Doksan dokuz yılının haziran ayıydı sanırım. Can baba, ihtisas yaptığım Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Dahiliye Kliniğinin Onkoloji servisine yattı. İçimde hem müthiş bir heyecan, hem de  yatış nedeniyle ilgili önüne geçilmez bir kaygı ve hüzün vardı. Onun sigara ve alkole düşkünlüğünü  biliyordum. KBB bölümünde boğaz- tonsil- ağız boşluğu kanseri teşhisi konmuş ve an itibariyle; ameliyat yapılamayacağından, ilaçla tedavi için bizim kliniğe yatırılmıştı.

Onunla tanıştığımızda, kendimi doktordan çok; onu çok seven, eskilerden bir yakını gibi hissetmiştim. Belki de onunla olan iletişimimizde son ana kadar bundan başka bir kimliğe evrilemedim.  Tanışma faslı bittikten sonra, hastalığıyla ilgili; kliniğe ilk kez yatan biriymiş gibi anlattık ona durumunu. Bunun yanında tıbbın gerektirdiği ek bilgilendirmeler, soru cevaplar oluyordu aramızda. Bu sorular çoğu kez; eşinden, kızlarından ve bir de; hasta olduğunu öğrenip, Kanada’ dan apar topar İzmir’e gelen  oğlundan (kendisi de göz patoloğu) geliyordu. Günler geçtikçe bu güzel insanın kendisi ve ailesiyle  arkadaş olmuştuk. Tedavi süreci devam ediyor ve gün içerisinde bazı kısa görüşmelerimiz oluyordu.

Odasına her girdiğimde; sigara ve keskin anason kokusuyla sarsılıyordum. Açıkça, Güler Hanım’ın  refakatinde rakı ve sigarasıylaydı  hep. İkisinden  de vazgeçmeyeceğini adım gibi biliyor: “Sigara ve alkol yasak!” ültimatomunu, dinlemeyeceğini bile bile dillendiriyordum. Aslında hepimiz, dünyaya muhalif bir adamın bu yasakları tanımayacağını biliyorduk. Onunla anısı olan insanların, bu anıları hep rakı sofralarından biriktirdikleri anlatılır, söylenirdi. Belki de onun şiirinin fon müziğiydi rakı sofraları. Şenlikli, coşkulu bir serüvencinin; salkım saçak gösterisini sunmasıydı bu sofralar. Yavaş, boğuk ve mikrofonik sesi (Gençliğinde tiyatro eğitimi almış ve BBC Türkçe bölümünde spikerlik yapmış Can baba) ile kendisini dinleten büyük şairin anılarından biz de payımızı alıyorduk.

“kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi”

Sohbetlerimizin konusu edebiyat ve şiirin yanı sıra hayatın ta kendisiydi artık. Gündüz, işlerimi yoluna koyduğum her boşlukta soluğu onun yanında alıyordum. Nasıl bir zenginlikle, nasıl bir bilgeyle karşı karşıya olduğumu zamanla daha iyi anlıyordum. Anılar, öyküler, öğütler, aforizmalar… Yaşadığımız her şeye bir cevabı vardı sanki. Hayatı bin kez yaşamıştı da, bin yaşayıştan süzdükleri kalıyordu sohbetlerden geriye. Mitolojiden, sinemadan, sanattan bahsediyor; ülkenin içinde bulunduğu durumu kendine ait üslubuyla anlatıyordu. Şahlanan bir atın özgüvenini  hissediyordum bu anlatışta. Susmak ve saatlerce dinlemek istiyordum onu. Hastalığı nedeniyle aslında az konuşması ve az yorulması gerekiyordu. Hiç yorulmuyor sanıyordum. Konuşmasındaki boğukluk, boğazındaki tümörden kaynaklanıyordu. Duruyor, soluklanıyor, konuşmaya  tekrar başlıyordu. İnsan onun yerine soluk almak istiyordu, nefessiz kalmaması için. Şiir yazar gibi anlatıyordu hayatı. Bize hiç söz bırakmadan...

“Bir başka yolculuk dalından düşmek yere
Yaşadığından uzun;
Bir tatlı yolculuk dalından inmek yere.

Ağacın yüksekliğince,
Dalın yüksekliğince rüzgârda
Ve bir yeni ömür
Vardığın çimen yeşilliğince.”


Öksürük nöbetleri ve ilaç zamanlarında onu hep bitkin buluyordum. Konuşurken o bildiğimiz küfürlerini zerrece esirgemiyordu. Bazen yanımızda asistanlar, öğrenciler ve hocalar olsa da: “Anlamadım Can baba” diye tekrarladığımda, umursamadan aynı küfrü yineliyordu. Bir keresinde boğazındaki ağrı için “….ni ….ktiğim bu ağrı hiç mi geçmeyecek? “ diye sordu. Ben  anlamazlığa verince, eşi Güler Hanım: “….ni. …ktiği ağrısı geçmeyecek mi diye sordu.” diye tekrarlamıştı. Tüm bunları, küfürle haşır neşir biri olduğum ve çocukluğumla gençliğimi Çukurova’da geçirdiğim için çok garipsemedim elbet. Ama onun ettikleri öylesine özgün küfürlerdi ki şimdi bile kağıtlara not alası geliyor insanın. Bu küfürlü konuşma, ağzı bozukluktan öte; en başta eşinin ve tüm ailenin  bir yaşam biçimi olmuştu. Hastalık süresince çocuklarıyla, nöbetlerde keyifli  sohbetlerimiz oldu. Nasıl güzel seviyorlardı babalarını. Nasıl anlatıyorlardı onunla olan anılarını. Yaşadıklarını, alay ederek, gülerek, hüzünlenerek ve bazen susarak döküyorlardı  geceye. Babalarının tıbbi açıdan ne durumda olduğunu bildikleri halde, yakınmadan bekleyip destek oldular hastane personeline. Aile gibi olduk. . Hiç unutmayacağım güzelliklerini.
“Hayatımda karım hariç iki şey sevdim: şiir ve politika.” diyen Can babaya, yetmişinci yaş günü ve ellinci sanat yılı olan 1996’da: “Şiir nedir?” diye sorarlar. O: ‘”Şiir göklerde uçan nazenin bir balon değil; o balon çoktan patladı. Benim için şiir akıl ve heyecan meselesidir. İnsan beyninin yalnız, yüzde onu bilinir, gerisi meçhul kıta. Şiir, beynin işlemeyen yüzde 90’ını harekete geçirmektir.” der. Bu sözlerini hatırlattığımda bana: “Arkasındayım söylediklerimin. ” demiş eklemişti: “Şiir hareket noktasıdır. Hep hareket halinde olmalıdır”.

Kliniğe, Can babayı ziyaret etmek için; ülkenin, tanınmış sanatçı, siyasetçi ve bir çok başka ismi geliyordu. Tıbbi  gerekçelerle beraber, yorulmaması için, gelenlerle ayaküstü görüştürüyor ya da kapıdan Can babayı gösterip yolluyorduk. Çoğuyla küçük tartışmalarımız olsa da sonu tatlıya bağlanıyordu. Sanki hastam değil de babam- yakınım gibi korumaya almıştım onu.

Öleceğini net olarak biliyordu. Ölüme dair alay eden şakaları, takılmaları devam etti hep. İlk geldiği zamanlar huysuzluğundan çekinen hemşireler, çok seviyordu artık onu. Ama hayat yine beklemedi. 12 Ağustos saat gece 11 civarı diye anımsıyorum. Nöbetçiydim ve kalbinin, solunumunun durduğu haberiyle diğer doktor arkadaşlarla beraber yanına gittik ama kurtaramadık. Tanıştığımız ilk günden beri aramızdaki sohbetler, küfürler saniyeler içinde geçiverdi aklımdan. Belki de meslek hayatım boyunca beni en çok üzen ölümlerden biriydi. Kendime ne kadar hakim olmaya çalışsam da, dakikalarca ağladık eşi Güler Hanım ve çocuklarıyla. Belki de beş gün sonra meydana gelecek ve memleketi kökten sarsacak 17 Ağustos depreminin ayak sesleriydi bu ölüm.

Shakespeare’in 66. Sone’sini o kadar güzel çevirmişti ki; ömrünü savunduğu o fikirleri ve Ölümü, ne denli güzel anlattığının karşılığı olmuştu bu dizeler. Ölmeden  bir kaç hafta önce okumuştum ona. Ezginin Günlüğü söylemişti ilk, üniversite yıllarımdı.


Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız koymak var, o koyuyor adama.


Ona olan sevgisini, daha doğrusu aşkını defalarca gördüğüm eşi Güler Hanım, “Beni Datça’ ya gömün.” vasiyetini yerine getirmenin huzuruyla ardından şunu yazmıştı Can babaya: “
"Yine Ağustos geldi, yine incir sıcağı, toprak güneş kokuyor. Yine bademler çatladı, yine cırcır böcekleri caz yapıyor; yediveren limon salkım salkım. Taşçı Mehmet yerli tohumdan on dönüm karpuz ekmiş yine... Hani vasiyet etmiştin ya ona "Yerli tohum bankası kurun" diye; sözünü unutmamış. Muhtar yine seni anlatıp duruyor. Yaşadığımız yeri görmek için insanlar akın akın evimize geliyor. Hasan geldi, Güzel ve Su geldiler, bir sen yoksun..."

Ve yıllar öncesinden şöyle sesleniyordu Can baba:

“Diyelim sapına kadar şair bir herif çıkmış ortaya
Çakmak çakmak gözleri
Meydan ya Taksim ya Beyazıt meydanı
Herkes orda sen de ordasın
Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından
Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim
Özgürlüğe mutluluğa doğru
Her işin başında sevgi diyor
Gözlerin yağmurdan sonra yaprakların yeşili
Bi de başını çeviriyorsun ki
Yanında ben varım”


Buluşmak üzere.

Önder Çolakoğlu

27 Kasım 2018 Salı

Baldırı Çıplak Hüzünler


I

asayiş, nümayiş ya da zamk
uğurum kaçmış, arkadaş kalmalıydım –aynalarla
uzuvlarımda güzün gri huşları
yağmalanmış bir bağ, kanatlarını göğe asmış bir kırlangıç
şimdi nerede! neresinde olmalıydım hayatın?

yağmur ne güzel. kirpiklerimde sinme sicim
boyun bağıma doğru süzülen ipek böcekleri
kırışan avurtlarımda hayatın lavdan sözcükleri
cüzdanım boş, kafam dolu, dudaklarım yaslı
aya çekilen bir silah gibi –yakamoz
sunağında ölüler. yıldızların çağrısını duyuran –gecenin anonsu!
–ruhunu ütüleyen gezgini selamlıyor

sokakların saçlarında saydam çiçekler
annelerinin koynuna sokulan bebeklerde kımıltı
çocuklar aç, insanlar yoksul, evler dualarla yamalı
 evhamları dumanlı büyücü bir sis: patentli rüsva –S.O.S

:

 baldırı çıplak hüzünler

II

 gözlerim çağdaş tedirginliklerle bezeli
çalakalem notalarım, düşlerimde canlanan heykeller
sarı postlarıyla takalarında, elleri y/ağlı balıkçıların
sırf ölmemek için akvaryumlara özeniyor –balıklar
kılçıklı bir sevdayı yanımda taşırken –ben! bir başkasıyım
her güzel şeye bir nokta konulur, ayrılıklar! vir , gül , dür
adında ‘gül’ taşıyan her şeyi dikenleriyle taşımayı öğretir –hayat!

bu saf barınak, bu dut ağacı yeleli soluğumdaki koku–
süsengil bakışlı camekânlara rest çekişim
mürekkebin buhurundan damlıyorum –rengi kır kısrakların
yabani boyunlarına. doğayla buluşuyor: öpücük izlerim

yalpalaya yalpalaya güneye inmek istiyorum
ölüm burcunda kalkal_ bandosu, özenli yontuluş–
öfkemi burkan nazar. at nalı! direnişimin hizasında –hoşt! Amerika

:

ve baldırı çıplak hüzünler

III

ağır aksak bir çağdan şerefimle, ecelimle geçmem için–
sırtımı sıvazlıyor kitapların küf kokusu. okumak! bilincimi sıçratan–
eylem. nar nazı! damarlarımda gezinen kanın pıhtılaşmasındaki gecikme
dalgalarla, dalgalı saçlarına doğru yürüyorum –bir bayrağın
alnımda ay ve yıldız. alnımda cumartesi ve anneler. alnımda ağrım ve sızım

bakışlarımdaki çekingenlik genlerimden kaynaklı. çekinik genlerimde–
göçebe gelgitler. keyfini sabanla süren bir ahbap güneş –iletken
sıcaklığıyla gölgesiz alanlara tebelleş. gövdemde direnişin buzul çağı
hippi düşleri ve göğün genişliğine susamış karavan bir güceniş: 68!

:

baldırı çıplak hüzünler

oldukça hızlıyız! sonuna geldik sayılır (o-bu-şu!( muhteşem tükenişin


çağın özbilgi

26 Kasım 2018 Pazartesi

Uydurmuyorum



73.

Yenibosna - Taksim.

Akşamüstü.

Herkes mi sözleşmiş olarak bu otobüse binmiş bilmiyorum ama burada nefes almak gerçekten bir solunum cihazı gerektiriyor. Tekerli tabutu içten kuşatmış ordu oldukça kalabalık. Hepimiz hazırolda gidiyoruz. Otobüsteki ekranda rahatsız edici içerikler oynatılıyor. Alt geçitte, iki yana dizilmiş bisikletçi dükkanları içindeki duraklar, Pertevniyal Lisesi'nin gurur tablosu, tramvay yolu falan filan derken Aksaray'ı geçiyoruz. Hemen sol çaprazımda duran iki lavuk, son yıllarda artan Arap popülasyonu üzerine konuşuyorlar. Mesele artık her dükkan tabelasına Arapça eklemeler yapılması üzerine geliyor. Çocukların teki “sevaba giriyoruz,” diyor, “düşünsene burada savaş çıkmış ve Yunanistan'a gitmişiz. Türkçe tabelalar görmek istersin değil mi? Hayatımızı kolaylaştırmaz mı?” Ömrü hayatımda duyduğum en idiotça analojiyi yapan çocuğu tebrik edesim geliyor. “Afedersin,” diye lafa giriyorum. "Fikirlerinden bayağı etkilendim. Yıllarca birlikte yaşadığımız milyonlarca Kürt için de tabelalar bir gün yapılır umarım."

"O ikisi aynı şey değil,” diyor işgüzar pezevenk. Sonra bana, Kürtçe'nin, 60'lı yılların sonunda CIA eliyle vatanımızı bölmek için tamamiyle uydurulmuş sahte yapay bir dil olduğundan bahsediyor. Konuyu teröre getiriyor. "Araplar devlete kurşun sıkmıyor," diyor. Ve Haseki Durağı'nda inerlerken, saygıdeğer dilbilimcimiz bana kızıyor. "Biraz oku araştır arkadaşım, her duyduğuna inanma," diyor.

"Yoksa senin gibi zayıf gençleri kandırıp kullanırlar," diyor.

Otobüsten iniyorlar. Arkalarından bakıyorum.

Durağın arkasındaki büfede tavuk döner hâlâ 5 lira.


Volkan Yalçın

25 Kasım 2018 Pazar

Müjde

kayadan bildikçe kendimi
ısınıp soğuyanlar
genleşip, tüm vasfımla parçalandım

içime su olup inenler
bütün boşluklarımı doldurdunuz
hacmimde büyüttünüz hacminizi

kayadan bildim  kendimi
ve yuvasını kendi içine kuranları bildim

ben: kaya
büyük doğup ufalan bir yazgıyım
anlamam sandım
boşluğuma dolan kökün derdini
büyütüp bir kalınlığı dal olursa,
ağaç olursa diye hayıflandım
dediler,
kök yuvasını kayayı toprak etmekle bilir
dediler, işte müjde!
taş olmanın, kum olmanın alfabesini söktün

Mizgin Bulut

24 Kasım 2018 Cumartesi

Şemsiye Tamircisi Üzerinden Çöl Bahçıvanı Eleştirisine Bir Yanıt

Birçok kez birçok yerde günümüzde edebiyat eleştirisinin-özellikle şiir eleştirisinin- sığlaşmasından ve bundan duyduğum üzüntüden bahsettim. Bahsetmeye de devam edecektim. Ancak Devrim Horlu 22 Kasım 2018 tarihinde Net Dergi’de, kitabım Çöl Bahçıvanı üzerine yapmış olduğu “yapıcı” eleştiriyi okuyunca mutlu oldum. Demek ki günümüzde de “eleştiri anlayışı” bir yerlerde devam ediyor diye düşündüm ve bu anlayışı devam ettirmek isteyen insanlar da varmış duygusuna kapıldım.
Horlu, kitabım Çöl Bahçıvanı üzerine çok derin incelemelerde bulunmuş. Bu derin incelemelerinin yanında eksik ve hatalı bulduğu yerleri de göstermiş. O yazıdan sonra hem sosyal medyadan hem de özel olarak Horlu’ya teşekkürlerimi sundum. Eleştirdiği birçok konuya katılmakla beraber katılmadığım bazı yerleri de oldu yazının. İşte bu yazıda da katılmadığım yerlerden bahsetmeye çalışacağım.
Öncelikle bir metnin şiir olabilmesi için konuşma dilinden biraz olsun uzaklaşıp “şiirsel” dile yaklaşması gerektiğini düşünüyorum. “tekli bir koltukta seviştik” cümlesi şiirsel bir anlamı vermezken “tekli bir koltuk taşır mı? bordo sabahlara akan terimizi?” elbette şiirsel bir anlam kazandırır. Bunun yanında elbette konuşma dili şiirin içinde kendisine yer bulabilir ancak bir cümle kendisinden önce gelen ya da kendisinden sonra gelen bir cümleyi şiirsel anlamla imlemiyorsa ona şiir diyebilir miyiz? Bu kısa girişin ardından şunları söylemek istiyorum:
Horlu, “burcu oldum bütün mevsimlerin/ bir parkı doldurdum boşluklarımdan" dizem için “bir şeyi başka şeyle doldurmaz dolduran kişi” demiş. Bu dizeyi kurallı hale getirelim: “bütün mevsimlerin burcu oldum/ bir parkı boşluklarımdan doldurdum” yani boşluklarla doldurulan bir park, şiirin personasının boşluklarıyla doldurduğu bir park anlamı ortaya çıkmış oluyor. Burada herhangi bir mantık hatası yok gibi görünüyor. Aynı mantıkla diğer eleştirdiği dizeme de bakılabilir: “arasam da bulamam ben’i koyduğum yerlerden”
“yoktan yere” kullanımım için Horlu yanlış kullanılmış bir söylem olduğunu belirtiyor. Bunu belirtmeden hemen önce şiir dilinin halkın diline yaklaştırılması gerektiğini söylüyor. Her ne kadar “yoktan yere” kullanımı az olsa da halk dilinde kullanılıyor. Bu kadar yoğun imgeler arasına söyleyiş açısından basit ve halkın kullandığı dile yakın olan söylemleri kullanmak normal değil midir?
Özdemir İnce, “İmge ve Serüvenleri” yazısında imgeleri yapılış ve oluşum açısından üçe ayırır: somuttan somuta, somuttan soyuta, soyuttan somuta. Bu durum her ne kadar iki kelimeyle ve üzeri sayıda kelimelerle kurulan imgelerle olsa da benim “çocuktan bir bakır ustası” dizemdeki “çocuktan” tek bir kelimeyle yapılmış bir imge kurulumudur. Çocuk somuttur, çocuktan olunca çocuk kelimesi ya da varlığı soyutlaştırılmıştır. Bakır ustasını da bu çocuktan imlemesiyle başka bir yere taşımaya çalıştım.
Yaratılış Destanı şiirime gelecek olursak: şiirin isminden de anlaşılacağı üzere Semavi kitaplardaki ve mitolojideki yaradılışa bir gönderme durumu var. Ve şiirde yedi gün anlatılıyor. Her gün farklı imgelerle ortaya çıkıyor. Horlu’nun “ermeni aynalar”ı açıklamaya giriştiği iki yer de şiirin imlemeye çalıştığı şeyler değildir.  Şimdi burada şiirimi ve şiirimdeki imgeleri açıklama işine girişmeyeceğim. Ama okurun kafasını bulandıran bir imge, sırf okurun zihninde tam olarak canlanmıyor diye o imge yok sayılabilir mi? O imge “bir şeye oturtulmak” zorun da mı?
“Karanfil Sokağı’na Zeyl” şiirim için getirdiği eleştiriyi uzun uzun açıklamak yerine “bulamak” kelimesinin bir diğer anlamını da buraya bırakıp bu konuyu kapatacağım: “sokmak, batırmak, kirletmek”
Horlu, “gönderme yapılan politik meseleler aşk şiirlerinin yanında meze olarak kalıyor ne yazık ki” diye bir eleştiri getirmiş. Daha önce Evrensel Gazetesi’nde Hakan Unutmaz ile yaptığımız röportajda şöyle demiştim: “şiirim bireysel izlek üzerinden toplumsal bir anlatı” okumayanlar için röportajın linkini buraya alıyorum: https://www.evrensel.net/haber/364202/siirim-bireysel-izlek-uzerinden-toplumsal-bir-anlati
Toplumsal meseleleri ya da politik meseleler benim şiirim için bir meze aracı olmamıştır hiçbir zaman. Bırakın meze aracı olmasını, bu meseleler benim şiirimin odak noktasındadır.
Değinmeden edemeyeceğim şeylerden birisi de hiç kuşku yok ki şiirlerimde “kadına bakış açım” Horlu, şiirlerimde kullandığım kelimeler üzerinden kadını sadece erkek-kadın ilişkisi bağlamında aldığımı öne sürmüş. Bir yerde katılmıyor değilim Horlu’ya, ancak şiirlerime bakılacak olursa özellikle kitabın üçünü ve son bölümü olan “gökten düşen son elma ölüm” kısmında sıkça kadınların öldürülmesi, hayat standardı içerisindeki yerlerine değindim. “pilini değiştirmiş olsaydı annesi gökyüzünün/ gölgesi hatırlatmaz mıydı insana kendisini?” dizelerinin yer aldığı “Günah Çiçeği” şiirim, “ölümün rahminde/ sofalı bir ev/ kabuklu bir ikindi var” dizelerinin yer aldığı “Karanfil Sokağı’na Zeyl”  şiirim, “sancısını bileğinden doğuran kürt kadını/ ayak parmaklarında asılı duran ayakkabılarıyla çocuklar”, “devletin öldürülecek çocuklar doğurması/ urganda birikerek filizlenen anlar” dizelerinin yer aldığı “Zamana Biriken Gece” şiirim, “zaman ki/ rahminde babasını doğuran/ kadının yakarışıdır uluorta” dizelerinin yer aldığı “Afrodit’in Yetimleri şiirim, Horlu’nun bahsini ettiği eleştirilere bir karşılık olabilir diye düşünüyorum. Bu şiirlerde de Horlu’nun eleştirdiği kelimeler çoğunlukta olsa da kelime olarak bakılmaması gerektiğini, şiirin bütününe ya da dizenin bütüne bakılması taraftarıyım.
Umarım Horlu’nun eleştirilerinin birazına da olsa cevap verebilmişimdir. Bence en zor şeylerden birisi de hiç kuşku yok ki şairin kendi şiirini ve şiirlerinde kullandığı imgeleri açıklamasıdır. Hem bu yüzden hem de okurun zihninde canlandırdığı imgeyi bozmamak, değiştirmemek için şiirleri ve imgeleri açıklamadım.
Devrim Horlu’ya tekrardan teşekkür ederim. Bakarsınız Horlu bu yazıma da karşılık verir ve özlemini duyduğumuz o eleştiri ortamının ilk kıvılcımlarını atmış oluruz.
Son olarak: şemsiye satıcısına da bir şeyler demek istiyorum: siz hem şemsiye yapın hem de şiir için uğraşmaya devam edin, çünkü şiir de biraz bozulan bir şeyi onarmak ve yenisini yapmak değil de nedir?

Bekir Dadır

23 Kasım 2018 Cuma

Lut ve Kavimler Göçü ya da Zamandan ve Mekandan Azade Bir Çaresizlik Hikayesi


“Böyle bize ne yaptın? Sana RAB’BİN “Bilme” dediğini bildin, hayatının zahmet ve eziyetini çoğalttın, günlerini saatlerini azalttın. Günah kapında pusuya yattı ve ağzını açıp seni yuttu. Sonun “Yanmak” ve “Ateş” olacak. Ey kardeşim, seni nasıl kurtarayım?”

Sevim Burak – Yanık Saraylar


1.

Bir fıtrat mucizesi olarak bahtsız doğan ömrüm için and olsun ki…

Önce aşağı sallanan bir iskelette gördüm suretimi
Sonra mor seccadelerde işmar edilen koyu bir lekeye dönüştü yüzüm sanki
Sanki beklermiş gibi amansız bir yumrukla parçalanacak olan göğüs kafesimi
İkiye ayrılmayı doğudan, intiharınsa leziz çekirdeğini emmeyi batıdan öğrendi…
Kimseye Ah etmediğim için toparlandı bu ayıkların sefil meclisi
Sen beni helak, ben seni isyan ile tehdit ettiğimden beri
Üç dağın esrarına bırakılan tebessüm,
karşı kıyıya oklarla taşıdığım vasiyetimin şarap kokacak ilk dizesi,
dut yaprağına söverek fısıldadığım ilk isim,
hayat adı verilen haysiyetsiz ve mutsuz geometri,
bu nasıl iştir cancağızım, bu ne tuhaf ahlak felsefesi
hangi kuşa “uç” desem önce itikadımı soruyor, sonra rezil yarasalara kurban ediyor kendini
ben yoruldum, bak sana ricacı oldum,
beni alıkoy, haddimi aşmaktan koru,
ya mağlubiyetimi ezeli kılacak bir müptezele dönüştür beni,
ya da dövüştür artık günahım ve şakaklarımla, tedbir için taşıdığım emaneti.

Benamus hayat!
İntiharı bir geçmiş olsun muharebesi sanan alçaklara inat
Muştayla, taşlarla ve kabzalarla parçalanan yüzüm için and olsun ki
Ey  ölü ete dahi titreme kabiliyeti veren vicdan azabı!
Aldırılmış çocuğunu alnından öptü de geldi bu kafir, hakkındır artık kemir beni.






                                              
2.

Mutsuzluğa memleket muamelesi yaptığımdan beri
Teşebbüsten korktum, sevmek hep utandırdı beni

El etmek haramdır gayrı
Kolumdaki kas, tükürdüğüm ilk erik çekirdeği,
Bana ilk kez kardeşlik eden babamın ziyan dölü!
O uzak rıhtıma baktığında ne gördün de,
Dönemeçler çalıntı kahkahalarına, duldaların kezzap temaslara hasıl oldu.
Kadınlar bana seslenirken korktu, ürktü,
Zira felek beni bir sırtlan, belki de yaşlanmış bir örümceğe dönüştürdü
Demiri lava dönüştüren ateş bile minnet etti,
-ki görsen kesin şaşırırdın cancağzım-
Mecali kalmayan bir gelin gibi nefes aldım,
Kolsuz kalmış bir savaşçıydım,
Yanık kokusunu nereden bildiğimi sordun, cevapladım

tiksindiğin solucana yem olduğunda, her şeyin bittiğinde dahi rezil olduğunda,
her dövüşü sen, her perişan ruhu yine sen bertaraf ettiğinde
göreceksin,
bir yarayı açar gibi tekerrür eden alkolik kayıklarla boylayacaksın denizi,
aybaşında yakaladığın her midye şehadetine zehir zemberek küfürlerle sokulacak,
tiryakisi olduğun avcılık bile sen ağlarken kana revan olacak,
anam anam diye dövünerek yücelttiğin ihanetleri boşver şimdi!

İşte şuracıkta duruyor rabbin temasa müsaade ettiği beden,
Al beni, etime haram muamelesi yapma artık,
Yazık ki Gepetto’nun ellerine sunulan nasır ve marifetten nasip almamış parmaklarım
Kirlerimse taşın ömrüne bereket sunuyor ve çaresizlik eğittiğim aslan gibi kükrüyor
Rabbim fısıldayarak tehlikeli bir sır sunuyor,

Şerre teslim olan muzip ve bahtsız kullarım, korkmayın,
İntiharı zanaat haline getiren siz değilsiniz,
İlk baltayı ilk kez ölüm için kullanan el üzerine yemin ederim ki
cümle aleme vahiy edilen bir kıyametle temizlenecek insanlık.











3.

Sanki ihtimal bile değildi sıkılan yumruğa rahatça sokulmak
Sanki adresi ben değildim ihanet için sokağa itilen tefecilerin
Çünkü ben bildim, çünkü ben çok kavga ettim










































4.

Mahalledeydim, dünya barışını yakalayamadım



Onur Güzeldiyar

22 Kasım 2018 Perşembe

Çöl Bahçıvanı ve Şemsiye Meselesi


"Kuşlar, ayaklarıyla; insanlar dilleriyle yakalanırlar." der T. Fuller. Dile olan hakimiyet, onu hizmetine sokabilme becerisi, kelime dağarcığının yeterliliği sizi tek başına edebiyatçı yapmasa bile; okuduğunu doğru anlayan ve kendini doğru ifade eden biri yapar. Bekir Dadır'ın Hayal Yayınları etiketi ile Eylül ayı içinde çıkan Çöl Bahçıvanı isimli kitabını dil ve içerik çerçevesi içinde inceleyeceğim.

Çöl Bahçıvanı; doğum, aşk ve ölüm olarak üç bölümden oluşuyor. Şükrü Erbaş'ın Onur Bağı isimli şiiri ile başlıyor Doğum bölümü. İlk şiir olan Varoluş Bahçıvanı'na Zeyl şiiri şöyle başlıyor:

burcu oldum bütün mevsimlerin
bir parkı doldurdum boşluklarımdan




Yazının girişine T. Fuller'in dil üzerine sözünü tam da bu yüzden iliştirdim.
Kitap boyunca yer alan zorlama imgeler üzerine pek durmayacağım. Sürekli devrik cümle ile yaratılmaya çalışılan "şiirsel" dil üzerine de durmayacağım. Neredeyse tüm şiirlere sirayet etmiş anlam kopukluklarından ise hiç bahsetmeyeceğim. Dizemize dönelim:

"burcu oldum bütün mevsimlerin
bir parkı doldurdum boşluklarımdan"

Şöyle dersek doğru bir cümle kurmuş olur muyuz diye düşünelim:

"bir gardırobu doldurduğum gömleğimden." Ya da "belediye denizi doldurdu taşlardan." Bu ilk dizenin bu iki cümle ile temel bir farkı yok ne yazık ki.

Bir şeyi bir başka şeyden doldurmaz dolduran kişi. Bir başka şeyden aldığı bir başka şey ile doldurur.
Dadır, "bir parkı doldurdum boşluklarımla" deseydi bu dil konusundaki zayıflığı daha ilk dizede karşımıza çıkmayabilirdi.
Dadır Zamanın Kekeme Hali isimli şiirde şöyle bir cümle kurmuş:

"arasam da bulamam ben'i koyduğum yerlerden"

Türkçe bilmek bu tür cümleler kurarken işe yarayacaktır diye düşünüyorum. Bazı basit ve kişinin edebiyatla ilgisi olmasa bile, düşünerek bulabileceği bazı yollar vardır. Söz gelimi "Çorabımı koyduğum yerlerden bulamıyorum." demeyiz günlük hayatta. "Çorabımı koyduğum yerde bulamıyorum." deriz. "Telefonumu bulamıyorum masalardan." demeyiz de "telefonumu masada bulamıyorum." deriz. Günlük hayatta kullandığımız basit cümleler bize doğru cümle kurmak konusunda yol gösterici olabilir. Bu günlük hayatta kullandığımız söyleyişleri özellikle beliriyorum zira bu söyleme yaslanıp gard alabileceği çok kelime var Dadır'ın. Örneğin" yoktan yere " değil" yok yere" deriz. Yoktan yere, halk dilinde de çok nadir rastlanan bir söylemdir. Babam Adıma Baba Dedi şiirinin onuncu bölümünde "çocuktan bir bakır ustası" diyor Dadır. Zıtlık yaratmak adına yapılan bir hata. "Gençten bir bakır ustası" cümlesindeki "gençten" doğru bir kullanım olur. "Yaşlıca bir bakır ustası" cümlesindeki "yaşlıca yine doğrudur. Türkçede çocuktan diye bir niteleme yoktur. Çocuktan bir berber denmez söz gelimi. Çırak denir. Çocuktan işçi değildir de çocuk işçidir en basit hali ile.
Zamanın Kekeme Hali isimli şiirin devamında şöyle bir cümle göze çarpıyor:

" kefiliyim ağaçların masalına"

Yine bir dil sorunu ile karşı karşıyayız. Sanıyorum Dadır "Kefilim ağaçların masalına" demek istemiş. Ya da "Kefiliyim ağaç masallarının." Şiir okuru çoğu zaman, özellikle yoğun imgelerle örülmüş bir kitap okuyorsa bu ve benzer hataları fark etmeyebilir. Bu tür cümle hataları dikkatli okurda şöyle bir izlenim bırakabilir diye düşünüyorum: "Çalakalem yazılmış şiirler." Şairin bu hatalara düşmemesi için yapması gereken okura sunduğu şiiri evvela kendisinin okuması sanıyorum.

Çöl Bahçıvanı isimli kitabın ikinci bölümünün ismi aşk. Dile hakim olmamanın sebep olduğu bir başka hata da bu bölümde yer alan Kül Saatleri- II isimli şiirde karşımıza çıkıyor. Şöyle demiş Dadır:

"iyileştirir mi çocukluğundan
pencerene uzanan iki zeytin dalı
mezarlıktaki yalnızlığımıza"

Dadır şiirini yazdıktan sonra okumuş ve bu bariz hatayı fark etmemişse durup biraz düşünmesi gerekiyor. Seslenilen kişinin, çocukluğundan penceresine uzanan o iki zeytin dalı neyi iyileştirir mi? O iki zeytin aynı zamanda mezarlıktaki yalnızlıklarına uzanmıyor olmalı çünkü ne kadar zorlasak böyle bir anlam çıkmıyor. Eğer dize: "iyileştirir mi çocukluğundan /pencerene uzanan iki zeytin dalı /mezarlıktaki yalnızlığımızı" olsaydı iyi bir dize değil ama doğru bir cümle olabilirdi.
Başka bir şiir olan Yaratılış Destanı'nda ise bir yere oturtmakta zorlandığım bir "şey" var. Dize şu şekilde:

-gittiğinden beri -
birinci gün
bir kuş intihar etti
ermeni aynalardan
kanatlarını kesip

Ermeni aynalar üzerine uzun uzun düşündüm. Ayna ile Ermeni ikilisinin bende çağrıştırdığı ilk şey; Gürsel Korat'ın 2016 yılında YKY etiketi ile basılan Unutkan Ayna kitabı oldu. Kitapta Ermeni tehciri anlatıldığı için bir gönderme olarak mı seçilmiş diye düşündüm bu Ermeni Ayna. Daha sonra ufak bir araştırma yaptım ve sadece bazı antika süslemeli aynaların çerçevesini Ermeni ustaların yaptığını gördüm ancak onlara da Ermeni Ayna denmiyor. Herhangi bir eşyaya (eşyaların milleti olmaz) Fransız Baza, Japon Komidin ya da Türk Çekyat denildiğine şahitlik etmedim. Aklıma gelenler İngiliz Porseleni, İngiliz Anahtarı oldu ama ona da İngiliz Porselen ya da İngiliz Anahtar denmez. Çoğulu da İngiliz Porselenler ya da İngiliz Anahtarlar değil, İngiliz Porselenleri ve İngiliz Anahtarlarıdır. 
Dadır'ın dili bozmak ya da bozup yeniden kurmak gibi bir iddia taşıması zor. Bunun için önce dilin basit kurallarına hakim olması gerek. Daha evvel verdiğim örneklerden bu konuda pek mahir olmadığı anlaşılıyor.

Öpücükler Mevsimi isimli şiirde şöyle diyor Dadır:

"-başıma ödül et koynunu-"

Dadır ödülün edilmediğini, verildiğini bilmiyor sanırım. "başıma" kelimesi ile düşünürsek başa ödül edilmez, konulur. Edilen şey hediyedir en basitinden.Öpücükler Mevsimi'nden hemen sonra gelen Korkak Kedi isimli şiirde şöyle diyor Dadır:

"fotoğraflar aynam
teraslar incindiğim
duvarlar terim
ışıklar bir bir kapanan duam..."

Eğer fotoğraflar aynanız, duvarlar teriniz, ışıklar da bir bir kapanan duanız ise, terasların incinişiniz olması gerekmez mi? Yani teraslar incindiğiniz değil, İncinişiniz. Doğrusunu yazmakta fayda var.

Çöl Bahçıvanı'nın üçüncü ve son bölümünden bir parça ile bu faslı kapatayım istiyorum. Ölüm isimli bölümün içinde yer alan Karanfil Sokağı'na Zeyl isimli şiirde şöyle diyor Dadır:

gece yırtılırken telaşa
yakın bir bahardan
küstüm çiçekleriyle kadın
nehri buladı göğüsleriyle

Küstüm çiçeklerinin kadının elinde olduğunu var sayıyorum tüm iyi niyetimle ve bu iyi niyete rağmen aklıma şu soru takılıyor: elinde küstüm çiçekleri olan bu kadın nehri nereye buluyor göğüsleriyle?

TDK şöyle tanımlar Bulamak kelimesini

(-i, -e) Bir nesnenin her yanını bir şeye değdirerek üstünü onunla kaplamak, bir nesneyi başka bir maddeye batırmak: Balığı una bulamak

Nehri göğüsleriyle bulandırsa makûl bir şey söylenebilir. Ancak burada anlam oraya çıkmıyor. Olur da kitap ikinci baskıyı görürse diye bu dizeyi "nehre buladı göğüslerini" diye düzeltmesini tavsiye etmemde bir sakınca yoktur diye düşünüyorum.

VE BİRAZ İSTATİSTİK

Çöl Bahçıvanı şöyle bir seferlik göz gezdirmesi ile gördüğüm kadarıyla seksen ile doksan arasında niteleme sıfatı ile dolu. Bir niteleme en az iki kelimeden oluşuyor. Bu kelime sayısının dörde çıktığı yerler de olmuş. Bu kabataslak hesaba göre kitabın neredeyse yarısı niteleme sıfatı ile dolu. Bu bir sorun mudur değil midir diye şairin düşünmesi gerekiyor diye düşünüyorum.
Dikkatimi çeken bir başka şey ise kitapta tanım ya da sıralama odaklı şiirlerin çokluğu oldu. Limonlu Kahve Yanında Bir Bardak İncinme, Gassalı İşinden Eden Barış, Sesinden Varlığa Bir Yol, Kekeme Harf ve Zamana Biriken Gece isimli şiirlerden söz ediyorum. Örnek teşkil etmesi için şu bölüm yeterli olur sanıyorum:

"ne zaman yüzümle silsem bu geçmişi:

vakitsiz bir odun sobası kışı
kambur kiremit çatı
anarahmine dolan pencere önü duaları
ölümle süslenen eşik fısıldar
ayna içindeki incinmeye

Bu şekilde şiir yazmak sanırım yazanın elini kolaylaştırıyor. Bazı nitelikli olduğu düşünülen söz öbeklerinin art arda sıralanması ve ortaya çıkan şeyin şiir olması. Dadır bu yöntemi tam altı şiirde denemiş ve kitaba koymuş.

Şiir kelimelerle yazılır gibi basmakalıp bir tanım kullanmaktan imtina ederek (artık rakamlar, semboller ya da sadece harfle de yazılıyor.) kitaptaki kelimelere eğilmek istiyorum. Bu bize şairin kelime haznesi hakkında bir bilgi verirken aynı zamanda kitabın genel havası hakkında da fikir oluşturacaktır diye düşünüyorum.

Kitabın ev ile ilişkisi üzerine bazı notlar paylaşmak isterim. Ev ile ilgili kelimeleri ve yanlarına parantez içinde kaç defa kullanıldıklarını yazacağım sırasıyla ve buradan bir sonuca varmaya çalışacağım.

Ev(17), Pencere(13), Kapı(6), (Çatı(5), Duvar(3), Balkon(3) Perde(3), Yatak(2), Lamba(2), Ocak(1), Baraka(1), Teras(1), Koltuk(1), Avlu(1), Soba(1), Eşik(1)

Ev, içinde beraber yaşanılan insanlarla da değerlendirilebilir olduğundan buraya şu aile bireylerini de eklemekte fayda görüyorum: Anne(15), Baba(7), Dede(3)

Son olarak yine evin penceresinden, balkonundan ya da terasından görülebilecek başka şeyler: Gök(13), Güneş(7), Ay(2), Bulut(2), Pus(1)

Bu kelimeler ve kullanılma sayıları bende Dadır'ın şiirini dış dünyaya kapattığı, kısır bir alana hapsettiği izlenimi bıraktı. Dadır evde oturmuş, pencereden dışarı bakmış, gökyüzünü, gün doğumunu ve hava durumunu takip edip şiir yazmış. Yirmi yedi defa şiirinde geçirdiği çiçekleri koklamamış. Ağaçlara yaslanmamış. Yaprakların yeşermesine ya da sararmasına şahitlik etmemiş. Şiirler de zaten bu sokağı bilmeme ve dış dünya ile ilişkisizlik yüzünden gerçeğe epey uzak kalmış. Lirik şiir dili, özellikle Bekir Dadır gibi kimi dizelerde bazı toplumsal meselelere işaret etmeye çalışan bir şairseniz; sokaktan, kullanımda olan dilden yeterince faydalanır. Bundan faydalanılmadığı zaman gönderme yapılan politik meseleler aşk şiirlerinin yanında meze olarak kalıyor ne yazık ki.

Çöl Bahçıvanı'nda dikkatimi çeken diğer mesele ise zaman mefhumu. Dadır, sadece zaman kelimesini yirmi bir defa kullanmış. Yine kelimeleri ve adetleri vermek daha sağlıklı olacaktır diye düşünüyorum.

Zaman(21), Gece(12), Mevsim(10), Gün(7), Sabah(8), Yarın(4), Sonbahar(4), Vakit(4), Geçmiş(3), Saat(3), Güz(2), Asır(2), Kış(1), İkindi(1), Sene(1), Eylül(1), Tan(1), Çağ(1), Yıl(1)
Dadır zaman ve türevleri için yirmi dört kelimeyi toplam seksen altı defa tekrar etmiş.

Aynı kelimeler etrafında dolanan, okuyanı bir süre sonra aynı şeylere maruz kaldığı için yıpratan bir şiir çıkıyor Çöl Bahçıvanı kitabını bütün olarak düşününce.

Kitapta diğer dikkatimi çeken şey ise renklerin kullanımı oldu. Yine renk ile ilgili kelimelere ve kaç defa kullanıldıklarına bakmak faydalı olacaktır. Siyah(3), Beyaz(3), Kırmızı(3), Sarı(3), Mavi(2), Renk(2), Kızıl(1), Lacivert(1), Turuncu(1), Bordo(1)

Dadır'ın kullandığı bu renkler kitabı da renkli, şaşırtan, okurda farklı tatlar bırakan şiirler sunabilseydi keşke. Her şiirde hep aynı fırça darbesine ve renge rastlıyoruz ne yazık ki. Bu da bir süre sonra bunaltıcı bir hâl alıyor.

Son olarak Çöl Bahçıvanı'nda kadının karşılığına bakacak ve yazıyı sonlandıracağım. Şair, ağırlıklı olarak kadın erkek ilişkisi ekseninde ilerleyen şiirlerle oluşturmuş kitabı. Bu da haliyle onun karşı cinse bakış açısıyla ilgili bazı ip uçları sunuyor okura. Yine sırasıyla kadın ile ilgili kelimeler şu şekilde yer alıyor kitapta: Anne(15), Kadın(5), Rahim(4), Boyun(4), Doğum(3), Göğüs(3), Etek(2), Beden(2), Gelin(2), Bakire(2), Saç(2), Meme(1), Kasık(2), Dudak(1), Eşarp(1)

Bu kelimeleri ve tekrarlanış sayılarını gördükten sonra, daha önce toplumsal kimi sıkıntılara gönderme yapan şairin kadınlığı sadece uzuvlara ya da dayatılmış toplumsal imaja indiremesini yadırgadım açıkçası. Kadının kimlik sorununa, sistematik bir şekilde şiddete maruz kalmasına, ona yüklenen yapay sorumluluklara, kamusal alanda yaşadığı sıkıntılara, cinsel yönelimlerine yönelik çirkin tutumlara dair bir şey söylemesini beklerdim. Ancak şair kadına egemen kültürün gözleri ile bakmış. Onu ağırlıklı olarak anne imajı ile nitelemiş ve yine buna benzer dikte eden imajlarla eşitlemiş. Oysa bir şair olarak kadının rahimden, memeden, bedenden, kasıktan daha fazlası olduğunu bilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Kadına ve kadının var olma çabasına dair başka okumalar yapması bu eksikliğini giderir diye umuyorum.

Toparlamak gerekirse Çöl Bahçı
 vanı dile hakim olmayan, kelime dağarcığı kısıtlı kalmış ve hayata karışamamış bir şairin ilk kitabı olarak çıkıyor karşımıza. Kimi zorlama imgelerle yaratılmaya çalışılan mistik hava okuru yakalamasına yardımcı olmuyor şairin.

Shakespeare'in değerlendirmesi için ona şiirlerini veren şemsiye tamircisine verdiği: "siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın" tavsiyesini vermeyeceğiz elbette Dadır'a. Sadece Türkçenin kurallarına hakim olması, doğru cümle kurması, kelime hazinesini geliştirmesi ve hayata biraz daha karışıp daha özgün bir sese kavuşması ondan daha iyi şiirler okumamıza yetecektir.

Devrim Horlu

12 Mart 1988 yılında İstanbul’da doğdu. Gölgeler Çürürlen isimli şiir dosyası 2017 Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülüne layık görüldü ve Varlık Yayınları tarafından aynı isimle kitaplaştırıldı. Boşluklara Doğru isimli şiir dosyası 2018 Ali Rıza Ertan Şiir Ödülüne layık görüldü.  Şiir ve öyküleri Varlık, Lirik, Akatalpa, Şiiri Özlüyorum, Peyniraltı Edebiyat,
Güney, Adalya, Galapera Fanzin, Boşluk ve Yoz gibi dergi ve fanzinlerde yayımlandı.

Bekir Dadır

(8 Mart 1993, Şanlıurfa - )

İlk öğrenimini doğduğu kentte yaptı. Antalya Karatay Lisesi mezunu. Akdeniz Üniversitesi'nde Türk Dili ve Edebiyatı okuyor. Çırpınış filminin senaryosunu yazdı. Koza Düşünce Dergisi’nin şiir editörlüğünü yapıyor. Antalya'da yaşıyor. 

Şiirleri ve öyküleri Absent, Apartman, Aporia, Artistik Bellek, Başka Peron, Berfin Bahar, Caz Kedisi, Deliler Teknesi, Edebiyatist, Eliz Edebiyat, Hayal, Ihlamur, İncir Çekirdeği, Kıyı, Koza Düşünce, Kulaç Şiir, Lacivert, Mavi Yeşil, Nisyan, Nordik, Sinada, Sincan İstasyonu, Sunak, Şehir, Şiiri Özlüyorum, Temren, Tmolos Edebiyat, Uçarı, Yasakmeyve, Yaşam Sanat, Yelkensiz, Yeni E, Yordam vb. gibi dergi ve fanzinlerde yayımlandı. Yasakmeyve dergisinde Nilay Özer tarafından hazırlanan (Sayı: 82, Eylül-Ekim 2016) “Vaat Edilmiş Sayfalar” adlı köşede “Afrodit’in Yetimleri” ve “Kekeme Harf” adlı  şiirleri yayımlandı. Öykü ve kısa film senaryoları da yazıyor.

Ödülleri: “Afrodit’in Yetimleri” adlı şiiriyle 2016 Vahittin Bozgeyik Şiir Yarışması’nda birincilik ödülünü Asım Gönen’in “Gecenin Sağnağı” adlı şiiriyle paylaştı. İstanbul’da Mavi Eylül Radyosu’nun düzenlemiş olduğu şiir yarışmasında "Acılar Meleği" adlı şiiri birinciliğe layık görüldü. "Yüzyıllık Ağıta Üç Parça Hüzün" şiiri ile 2016 yılında Antalya Kepez Belediyesi tarafından düzenlenen Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Ödülleri kapsamında üçüncü oldu. Dil Derneği ile İsveç Atatürkçü Düşünce Derneği tarafından üniversite gençliği arasında düzenlenen 2016 Dil Derneği Gürhan Uçkan Şiir Ödülü’nü kazandı. 2016 yılında Bayraklı Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Barış’ temalı şiir ödülünde “Salçalı Ekmekli Tabutlar” adlı şiiriyle mansiyon ödülünü aldı. 2016 yılında Bartın Belediyesi tarafından düzenlenen, 19. Hasan Bayrı Şiir Yarışması'nda; "Göğe Papatya Diken Terzi" isimli şiiriyle ikincilik ödülünü aldı. 2018 yılında “Çöl Bahçıvanı” adlı dosyasıyla 2018 Ali Rıza Ertan Şiir Ödülü’nü aldı.

21 Kasım 2018 Çarşamba

Eşyanın Tabiatı


I.
Butik Tutku'ya geleli bir hafta oldu. Salih Bey ile tanıştık önce, uzun yoldan gelmiştim ve ister istemez yıpranmıştım. Salih bey omuzlarımdan tutup şöyle bir inceledi beni, sonra beğendiğini belli edercesine kıvrıldı dudakları, yukarıya doğru.
-Tozlanmışsın, hep bu kargo şirketleri yüzünden. Seni şöyle bir silkeleyelim de rengin belli olsun.
Sonra Sevgi Hanım'ın maharetli ellerine teslim etti beni. Yirmi dakikanın ardından vitrinin en güzel yerindeydim. Derin göğüs dekoltem, üzerine giydirildiğim cansız mankenin hatlarını ortaya çıkartan özenli işçiliğim ve butiğin ismini vurgulayan kırmızı rengimle 'Ben buradayım!' diye bağırıyordum olmayan ağzımla. İlgi çekmem uzun sürmedi, birkaç güzel hanım talip oldu bana. Hatta birisi üzerine giyip denedi beni. Benim ilk deneyimimdi, adı Bahar'dı. Kendi çevresinde dönerken eteklerim uçuşuyor, ılık rüzgar kumaşımı okşuyordu. Ben aşktan sarhoş olmuş, Bahar'ın güzelliğine teslimken, tekrar vitrinde buldum kendimi. Anlaşılan Bahar kadrolu bir ev kızıydı ve ne birikmişi ne de annesine yalvarmaları işe yaramıştı. Bahar'ın annesi Fazilet Hanım'ın tavırlarından belliydi zaten Bahar'la bir geleceğimizin olmayacağı. Biz ayrı dünyaların varlıklarıydık.
-Almayacağımı söyledim ya kız sana, Sevgi ablan olmasa üzerine bile giyinemeyecektin. Beş dakika hevesini al, çıkart sonra hemen! O memeleri aça aça dolaşacak bir de, evde bile giydirmem onu sana! Kocana aldırırsın kocana!
Bahar'dan sonra ağır bir depresyona girdim. Gelen geçenin yüzüne bile bakmıyordum. Daha çabuk tozlanıyor, rengimin parlaklığını hızla kaybediyordum. Ne Sevgi Hanım ne de Salih Bey olan bitenin farkındaydı, bedbahtlığın nirvanasındaydım. Derken bir gün butiğin önünden orta yaşlarının sonuna yaklaşmış, pejmurde kıyafeti yerleri süpüren, saçları topak topak kir içerisinde bir kadın geçti. Üzerindeki kıyafetin (sanırım bir zamanlar benim gibi bir elbiseydi) ruhuna bir Fatiha okudum, öleli çok uzun zaman olmuştu. Daha duam son bulmadan kadın geri döndü ve tam karşımda durdu. Aramızda yalnızca vitrinin camı vardı ve kendimi onun delip geçen buz mavisi bakışları yüzünden çırılçıplak hissettim. Eğer bir kıyafet hele de bir tuvaletseniz böyle hissetmeniz gerçekten tedirgin edicidir. Sonra Sevgi Hanım'ın güven veren sesini duydum.
-Salih Bey, Deli Nevhiz gelmiş. Ay ortalarda yoktu bu kadın haftalardır, nereden çıktı? Şu haline bakın, pislik içinde yine.
-Kızım kovala şunu vitrinin önünden, butiğin bereketini kaçıracak.
Sevgi Hanım yerinden oynatmayı başaramadı Nevhiz'i. Sonunda Salih Bey gelip biraz tartaklayınca ancak ayrıldı yerinden. İçim cız etmedi değil. Tamam rahatsız olmuştum, düşünceli davranmaları hoşuma gitmişti ama günler sonra böyle ilgi gördüğüm ilk kadının vitrinin önünden kovulması da canımı sıkmıştı açıkçası.
O akşam dükkanın kapısına kilidi vurup evin yolunu tuttuğunda Salih Bey, ben de uykuya dalmak üzereydim. Bizimkine pek uyku denemez gerçi, bilgisayarınızın uyku modu gibidir bizimkisi daha çok. Sabaha çabuk varabilmek için kendimizi kapatır, dinleniriz sizin gibi. Ne diyordum, tam uykuya dalacakken bir ayak sürüme sesi duydum. Adım atamayacak kadar yorgun, dünyanın yükü yüzünden ayaklarını yerden kaldıramayacak kadar bitkin biriydi gelen. Deli Nevhiz'i görünce kısa süreli bir şok geçirdim, sanırım o sırada göğüs bölgemden birkaç dikişim attı.
Uzunca bir süre hayran hayran baktı bana. Sonra yorulduğundan sanırım yere oturdu. Ne o gözünü kırptı ne ben uyuyabildim gece boyu. Karşıdaki binaların arasından yükselen güneşle anladım sabah olduğunu. Dikkatini bir an bile kaybetmemişti bana bakarken. Sabah güneşi üzerime vurup, göbek bölgeme tutturulmuş birkaç renkli taşı parlatınca Deli Nevhiz'in de gözleri parladı. Ayağa kalktı cama iyice yaklaştı, ellerini vitrin üzerinde gezdirmeye başladı, sanki bana dokunabilecekmiş gibi. O sırada Salih Bey sokağın köşesini dönüyordu. Deli Nevhiz'i görünce küfrederek koşmaya başladı. Nevhiz hiçbir şeyin farkında değildi. Ne sabahın gelişinden ne freni kopmuş kamyon gibi üzerine doğru gelen Salih Bey'den.
İlk silleyi kafasına yedi Nevhiz, Allahı şaştı. Kalıplı adamdı Salih Bey, elinin ayarı da yoktu hani. İkinci darbeyi yanağına aldı, beş parmağın beşi bir değildi, hepsinin acısı farklıydı onu anladı. Burnundan kan boşaldığı halde vitrine baka baka kaçtı oradan Nevhiz. Her şey birkaç saniye içinde olup bitmişti. Arkasından bağırmaya devam etti Salih Bey. Sonra sinirden titreyen elleriyle bir sigara yakıp dükkanın önüne oturdu. Beş dakika sonra Sevgi Hanım geldiğinde sigarasını yarılamıştı.
-Nerdesin kızım sen, saat kaç saat?
-Sekiz buçuk Salih Bey, her sabah geldiğim saat.
-Al şu anahtarları kapıyı aç, elim ayağım titriyor hala. Deli Nevhiz orospusu sabah buradaydı. Bak camları leş gibi yapmış elleye elleye. Bir de bu manyak çıktı başımıza.
Sevgi Hanım sesini çıkartmadı. Salih Bey'in beş dakika sonra sinirinin geçeceğini sonra gönlünü almak için gün boyu uğraşacağını biliyordu. Yine de lavaboda ağladığı kızarmış gözlerinden anlaşılıyordu. Camı sildikten sonra Salih Bey kontrol etti ve Sevgi Hanım'ın tahmin ettiği cümleyi kurdu.
-Aferin kızım, bizim oğlanı ara da 6 tane poğaça alıp geliversin, yoruldun sabah sabah. Sana zahmet bir de çay koyuver.
İyi adamdı Salih Bey, ellilerinin ortasındaki her erkek gibi asabiydi yalnızca. Hayatın sabrını yeterince sınadığını düşünüyordu. Bu yüzden eyvallahı yoktu kimseye ama bir ayağının çukurda olduğunu biliyor, giderayak etrafındaki kimsenin kalbini kırmak istemiyordu. Hem varı yoğu bu butikti, üç çocuk büyütmüştü ekmek teknesiyle, kolay mıydı? Öğlen yemeğini yerken acaba Deli Nevhiz'e çok mu sert vurdum diye vicdan muhasebesi yaptığı gözlerinin üzerinde dolaşan gölgelerden belli oluyordu ama nihayetinde çakmak çakmak yanıyordu suratının ortasındaki iki parlak küre, o vakit anlıyordunuz kendi kendine hak verdiğini.
O gün doğru dürüst iş olmadı. Akşam dükkânı kapatmak istemedi Salih Bey. Bir ara butikte uyumayı düşündü. Sokağı boylu boyunca iki defa yürüdü. Sonunda abartıyorum canım, o dayaktan sonra mahalleyi bırak şehri terk etmiştir Nevhiz delisi, daha da uğramaz buralara deyip kendini rahatlatarak evinin yolunu tuttu.
İnsanlar konu kendilerini kandırmak olduğunda oskarlık bir performans sergilerler her zaman. Salih Bey'in oyunculukla tek ilgisi, evde uyuklarken baktığı televizyon dizileri olsa da bu tanıma tıpatıp uyuyordu ne yazık ki. Çünkü Nevhiz bir fatihin kararlı adımlarıyla şehre geri dönmüştü. Vitrinin tam önünde durdu. Burnundan akan kan ve sümük ağzına, oradan da boynuna kadar inmiş ve kurumuştu ama onun için hiçbir şey benim kumaşımın kırmızısı kadar kırmızı değildi. Güneşin altında her gün biraz daha solmam canını sıkıyordu yalnızca, biliyordum. Hapseden bakışları bende Stockholm Sendromu'na neden olmuştu. Nevhiz'i anlamakla kalmıyor, ona hak da veriyordum. Belki de beni kaçırmalıydı, bu monoton hayattan kurtarmalıydı beni.
İlerleyen yaşına rağmen güzel bir kadındı aslında. Yüzü çökmüştü, kabul ama gözlerindeki buz gibi bakışlar hala 16 yaşının ateşini harlıyorlardı. Sırtındaki kambur o öyle durmayı seçtiği için vardı, aslında kambur değildi. Ne kadar küçük olursa o kadar az dikkat çekeceğini bildiğinden ve sokaklarda yaşamanın en kolay yolu dikkat çekmemek olduğundan mümkün olduğunca küçülmeye çalışıyordu yalnızca. Vücudu kirliydi, pisti evet ama yaşına göre hala çok dinçti.
Beni izlerken sanki üzerine giyinmiş gibi bedenini okşadı. Gece boyu iki âşık gibi bakıştık. Güneş doğduğunda bu defa dikkatliydi. Göbek bölgemdeki taşlar ışıldamaya başladığında sokağın başına çevirdi bakışlarını. Salih Beyi gördüğü anda kaçmaya başladı. Salih Bey, Nevhiz'i yakalayamamanın hıncını yine Sevgi Hanım'dan çıkardı. Günler bu monotonlukla, gecelerse Nevhiz'le bakışarak geçiyordu. Artık karanlığın çökmesini bekliyordum, Nevhiz'imle buluşmak için. Salih Bey'in gerginliği tüm güne yayılıyor, müşteriler yavaş yavaş butikten uzaklaşmaya başlıyorlardı.
Salih Bey düzen adamıydı, gece yarısı kalkıp butiğin önüne gelmiyorsa bunun iki nedeni vardı: Birincisi içten içe Deli Nevhiz'in bir delilik yapmayacağını düşünüyordu, vereceği en büyük zarar camları kirletmek olur diyordu kendi kendine. İkincisi üçlü koltukta uyuklamak gece yarısı dışarıya çıkmaktan daha cazip bir seçenekti. Bu köşe kapmaca oyunu bir yerde bitecekti elbet.
Bir gece Nevhiz elinde koca bir taş parçasıyla geldi. O an neden ona deli dediklerini çok daha iyi anladım. Vitrinden geriye birkaç adım attı. Kolu geriye doğru bir yay çizdi ve tüm gücüyle fırlattı taşı. Cam tuzla buz olurken geceye yayılan şangırtı birçok kişiyi uykusundan uyandırmıştı. Ne yazık ki bunlardan biri de Salih Bey'di...
Hayatımda ilk defa sokağı yaşıyordum. Kaldırım taşlarını, asfalt yolu vitrinden görmek bambaşkaydı, içinde olmak bambaşka. Butiğin görüş alanından çıktığımızdaysa hiç karşılaşmadığım bir dünyayla karşılaştım. Viraneye dönmüş eski evler, sessizliğin hüküm sürdüğü sokaklar. Ne kadar uzaklaştığımızı bilmiyorum ama mahallenin çok gerilerde kaldığına eminim. Günler boyu zombi gibi sürünürken bir anda küheylan gibi dörtnala koşmaya başladı Nevhiz. Kambur sırtı bir heykelden daha dik hale geldi koşmaya başladığında. Şimdiyse nefes nefese, adımları yankılanırken boş sokaklarda...,

II.
Her soluk alıp verişimde titriyorum. Her nefes aldığımda gıcırdıyorum. Titriyor kırık dökük pencerelerim, camlarım. Gıcırdıyor merdivenlerimdeki tahtalarım. Senelerdir yanmadı ocağım. Üşüyorum. Şu kocamış halimle ayakta durmaya çalışıyorum. Bahçedeki kuyu, bastonum. Çatıdaki paramparça kiremitler dökülmüş saçlarım. Bir zamanlar önünde oturup sokağa baktıkları, tül perdelerle süslü pencerelerimin camları kırık şimdilerde. Böyle buz gibi kasnak çatlatan gecelerde, içeriye ölümün soğuk nefesi gibi doluyor rüzgâr. Delikanlılar battaniyelerin, yorganların altında iyice büzüşüyor. O battaniyeler, o yorganlar, o bez parçaları, o paçavralar azar azar getirildiler de yığıldılar salonumun ortasına. O battaniyeler, o yorganlar olmasa donar giderdi şimdiye delikanlılar. İçinde can taşımadıktan sonra, ne anlamı var ayakta kalmanın? Yuva olmadıktan sonra ne anlamı var ev olarak anılmanın? Çatımdan görüyorum şehrin batısında yükselen beton blokları. Hiçbirinin canı yok biliyorum. Ölü doğdular ölü mimarların ellerinden. Can taşıyacak ama canlanmayacaklar hiçbir zaman. Ben ihtiyarladım artık, yaşlandım. Çok konuşurum o yüzden. Hiç yanmayan şöminemin karşısındaki koltuğa gelip otursanız duyarsınız mırıltılarımı. Delikanlılar anlattığım masalları dinleyerek büyüdüler. Bir benim masallarımı bir de analarının umutlarını dinlediler. Gelecek diyordu babanız, gelecek bir gün. Yirmi sene devrildi koca çınarlar gibi. Ne o gün geldi ne de babaları...
Nefes nefese girdi bahçeye Nevhiz. Elinde kırmızı bir elbise. Yavaşladı tahta kurularının yediği ahşap kapımı görünce. Girdi içeriye. Kapımı ardından açık bıraktı da girdi; elinde kırmızı bir elbiseyle. Merdivenler gıcırdadı, delikanlılar kıpırdandı. Nevhiz aheste çıktı merdivenlerimden, salona girdi. Üzerindeki paçavraları çıkardı da elindeki kırmızı elbiseyi giydi. Gitti çocuklarına baktı. Çoktan uyanmışlardı.
-Ortalığı toplayın! dedi Nevhiz. Babanız gelecek...
Nevhiz, üzerinde kırmızı bir elbise. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi. Daha çok genç olduğu, daha çok genç olduğum günlerdeki gibi...
Nevhiz’in babası Tahir Bey o dönemin sayılı mimarlarından. Bir sevdiği var: Nesibe Hanım. Bakışıyorlar, tanışıyorlar derken sonunda evlenmeye karar veriyorlar ama oturacak bir evleri, başlarını sokacak bir yuvaları yok. Tahir Bey önce benim arsamı satın alıyor. Arsayı satın aldıktan sonra da beni tasarlıyor. Başlıyorlar birkaç işçiyle temelimi atıp kolları sıvamaya. Tahir Bey kendisi de çalışıyor inşaatımda. Aylar geçiyor, binbir emek ve zahmetle tam da hayallerindeki gibi bir eve kavuşuyorlar Tahir Bey ve Nesibe Hanım. Tabii böyle güzel bir eve bir ses, bir neşe de lâzım geliyor. Ben diyeyim dokuz ay, siz deyin on gün sonra bir can daha katılıyor canlarına. Kızlarına Nevhiz ismini veriyorlar.
Bir zamanlar bomboş olan yanım yörem evlerle dolmaya başlıyor. Yıllar geçtikçe canlanmaya başlıyor muhit. Günler geçtikçe büyüyor küçük Nevhiz. En sevdiği çiçek Nergis oluyor Nevhiz’in. En sevdiği meyve kiraz. En sevdiği ay Haziran oluyor, en sevdiği mevsim yaz. Renklerden kırmızıyı seviyor en çok. Kırmızı bir elbise giyiyor üzerine hep. Dolaşıyor bahçede çıplak ayaklarıyla, gökyüzünü seyrediyor. Bulutlar geçiyor, geçiyor yıllar. Büyüyor Nevhiz. Gökyüzü hep mavi, gönlü hep ferah kalır sanıyor. Olmuyor...
Çimlere uzanıp kitap okurken Nevhiz, bahçenin alçak duvarlarından onu izleyen birini fark ediyor. Gözlerini gözlerine diktiğinde kaçıyor ona bakan. Ertesi gün yine bahçeye iniyor. Aynı yerde kitap okumaya başlıyor. Biraz zaman geçtikten sonra yine izlendiğini fark ediyor ama önemsemiyor. Henüz on altı yaşında olduğundan, belki de hoşuna gidiyor olan biten. Ona biri ilgi gösteriyor. Biriyle sessiz sedasız oyun oynuyor. Nevhiz’in en büyük eğlencesi haline geliyor bu durum. Bense endişeleniyorum onun için. Ailesi hiçbir şeyin farkında değil. Nesibe Hanım dostlarıyla çay içip dedikodu yapıyor, Tahir Bey iş sebebiyle şantiyelerden çıkmıyor. Nevhiz için yalnız ben endişeleniyorum ama endişelenmek hiçbir işe yaramıyor.
Bir gün Nesibe Hanım çay içmek için iki sokak ötedeki bir tanıdığına gittiğinde Nevhiz kendisine bir türk kahvesi pişirip balkona çıkıyor. Bacak bacak üstüne atıp balkon sefası yaparken onu izleyen kişiyi görüyor tekrar. Eliyle kapıyı açmasını istiyor Nevhiz’in takipçisi. Aşağı iniyor Nevhiz. Karşısında kendisinden beş on yaş büyük bir genç duruyor.
-Açsana kapıyı. diyor delikanlı.
-Açmam. diyor Nevhiz.
Bir süre aptal aptal bakışıyorlar.
-Ben senin adını biliyorum. diyor delikanlı. Nevhiz. Aç hadi kapıyı.
-Sen beni mi izliyorsun? diyor Nevhiz. Delikanlıdan yüz çevirip bana geri dönüyor. Kapımdan girerken ‘Aferin kız.’ diyorum içimden ama yüzündeki müstehzi gülümsemeyi fark ettiğimde, erken sevindiğimi anlıyorum.
Günler geçtikçe daha çok bakışmaya başlıyorlar delikanlıyla. Artık alenen bakıyorlar birbirlerinin gözlerinin içine. Biri bahçe duvarının arkasında biri balkondayken. Biri bahçede biri bahçe kapısındayken. Konuşmadan bakışıyorlar. Dokunmadan sevişiyorlar birbirleriyle.  Nesibe Hanım’ın evden gittiği bir gün yine kapıda bitiyor delikanlı. Nevhiz kapıya koşuyor.
-Adını söyle bana. diyor Nevhiz.
-Salih. diyor çocuk ve kapı açılıveriyor.
Merdivenlerimden çıkıyorlar. Nevhiz’in kalbinin gümbürtüsü duvarlarımda yankılanıyor. Merdivenlerimden çıkıyorlar, her basamağım gıcırdıyor. Nevhiz’in küçük odasına geçiyorlar. O daracık yatağa devriliyorlar. Yumuşak öpücükler sert öpüşlere bırakıyor yerini. Heyecan korkuya dönüşüyor. Kırmızı elbisesi yırtılıyor Nevhiz’in, gün görmemiş beyaz teni ortaya çıkınca Salih de zıvanadan çıkıyor. Üzerine abanıyor Nevhiz’in. Çığlıklarını elleriyle, dudaklarıyla kapatıyor. Kırmızı elbisenin kırmızısı yatağa yayılıyor bir süre sonra, Nevhiz’in bacaklarının arasından...
Laf olur, söz olur... İnsanlar, biz ‘cansız’ varlıklar gibi değiller. Eşyanın tabiatı uysal, insanın ki vahşi. Dedikodu olur, gıybet olur. Nevhiz evdekilerin gitmesini bekleyip eve aşığını alıyormuş olur. Nevhiz bütün mahalleye açmış bacaklarını olur. Elalemin ağzı torba değil ki büzesin. Dünkü dostun bugün düşman olur. Dünkü tanışla bugün dövüş olur. Nesibe Hanım’ın kızı Nevhiz’i kirletmişler, evde kalacak, kim alacak olur. Ayol o kız sağlam pabuç değildi zaten olur. Olur da olur. Kimse ne gerçeği bilir ne gerçeği görür. Oysa Nesibe Hanım görmüştü...
O gün komşudan geldiğinde hem bahçe kapısını hem de giriş kapımı açık buldu. Hırsız mı girdi, aman Nevhiz’im diye koştu yukarı. Etraf sakindi, o kadar sakindi ki ürktü bu sessizlikten. Balkona koştu, yoktu Nevhiz. Oysa ya bahçede ya balkonda olurdu bu kız. Korka korka odasına koştu Nevhiz’in. Cansız gibi yatıyordu canı, kızı. Cansız gibi yatıyordu Nevhiz. Bacaklarının arasından akan kanla. Mavi gözleri tavana sabitlenmiş. Ağzı sımsıkı kapalı...
Ne o gün konuştu Nevhiz ne de sonra. O sustu, komşular konuştu. Tahir Bey yüzünü okşadı kızının.
-Yavrum kim yaptı sana bunu? dedi. Nevhiz konuşmadı.
Annesi kızdı bağırdı.
-Söyle kız orospu, ne oldu anlat! dedi. Nevhiz’in ağzını bıçak açmadı.
Babası dövdü, tokatladı. Nevhiz’in gıkı çıkmadı. Konuşmadı Nevhiz. Ağzıyla kuş tutmuştu da bırakmaktan korkuyordu sanki. Zorla birkaç lokma bir şey yiyor. Sonra susup tavana bakıyordu. Oysa konuşuyordu konu komşu. Mahalle bir kazan gibi kaynıyordu. Bir süre sonra öyle bir baskı oluştu ki bu küçük çekirdek aile üzerinde, suçlu onlarmış gibi gitmeleri için bütün iğrençlikleri yaptı koca mahalle. Tahir Bey kahvedeyken olur olmaz laflar atıldı ortaya. Nesibe Hanım konuya komşuya çay içmeye gidemez oldu. Zorla bahçeye çıkartıp gezdirdikleri kızlarını gören mahalleli, duvarların üzerinden, kapının kenarından bahçeye bakmaya başladı. Sanki bir hilkat garibesine bakıyorlardı. Sonunda kızlarını da alıp gitmek zorunda kaldılar. Terk edildim. Bu fesat insanların dilleri, yılan dilinden daha zehirliydi...
Hiç beklemediğim bir şey oldu sonra. Nevhiz uzaklara bırakıldığı halde evine dönen kediler gibi geri döndü bana. Tahir Bey gelip döve döve, bağıra çağıra geri götürdü Nevhiz’i. O birkaç gün sonra geri geldi. Nereye götürülüyordu. Nereden kaçıyordu bilmiyorum. Tahir Hanım’la Nesibe Hanım’a ne olduğunu da bilmiyorum. Sadece Nevhiz’in hikayesini biliyorum. O benim içimde saklandı. O benim içimde saklı...
Sonunda rahat bırakılınca, tekrar bende yaşamaya başladı Nevhiz. Acıkınca dışarı çıkıyor. Yiyecek bir şeyler bulup geliyordu. Ne yazık ki o Salih denen iğrenç herif peşini bırakmadı Nevhiz’in. Nevhiz gelip tek başına kalmaya başlayınca gizliden içeri girmeye başladı. Yirmilerinin ortalarında bir insanın nasıl bu hale gelebildiğini aklım almıyordu. Zavallı Nevhiz aşıktı sanırım bu adama. Çünkü ses çıkarmadı, Salih onu soyarken. Hiç konuşmadı, sert döşemelerimin üzerinde çırılçıplak yatarken. Yalnızca gülümsedi. Gözleri Salih’in gözlerine kilitli.
-Bana bakma!Bakma! diye bağırdı Salih. Bana öyle bakma!
Elleriyle Nevhiz’in gözlerini kapattığında ellerinin gözyaşlarıyla sırılsıklam olduğunu fark etti ama durmadı.
Daha sonra da geldi Salih, Nevhiz’e yiyecek içecek getiriyordu. Vicdanının ağırlığını elindeki torbaların ağırlığıyla dengeledikten sonra bacaklarının arasından yükselen ateşi Nevhiz’e sokularak söndürüyordu. Nevhiz’in ilk oğlunu nasıl doğurduğunu bilmiyorum ama kucağında bir oğlanla girdi bir gün içeri. Salih ayağını kesmedi. Oğlanın kendisinden olduğunu gayet iyi biliyordu. Garip bir aile olmaya doğru gidiyorlardı ta ki Nevhiz ikinci kez hamile kalana dek. Bir daha hiç uğramadı Salih. Nevhiz umutla onu bekledi. Sonra çocuklar büyüdü. Anneleri gibi oldular. Suskun, kırgın, bekleyen. Neyi beklediklerini bilmeden...  Yıllar geçti, ellerinden geldiği kadarıyla yuva yaptılar burayı.
Yine de eski günleri özlüyorum ben, eski renkli günleri. Şimdi hiç renk yok burada her şey siyah ve gri ama sonunda, yıllar yıllar sonra gecenin karanlığını aydınlatan bir meşale gibi elinde kırmızı bir elbiseyle geldi Nevhiz. Şimdi bir yakut gibi parlıyor mumların ışığında...
Delikanlılar pek maharetli. Etrafı öyle bir düzenlediler ki ben bile hayran kaldım. Geceyarısını çoktan  geçti vakit. Dışarıda, gökyüzünde meşum bir hilal parıldıyor. İçimde, çok eskiden duvarımda asılı olan saatin tiktakları. Tik, bahçe kapısı açılıyor, tak biri bahçeyi adımlıyor. Tik, giriş kapım yavaşça aralanıyor, tak bir adım atılıyor merdivenlerime. Tik ve bir adım daha, tak bir adım, tik ve gıcırtılar ve tak ve tik ve tak ve tik ve tak! Olduğu yere mıhlanıp kalıyor. Mum ışığı yüzünü aydınlattığında görüyorum kim olduğunu. Salih bu!
Nevhiz bir kraliçe gibi kendinden emin oturuyor. Şöminenin önündeki tekli koltuğu merdivenlere doğru çevirmiş, bacak bacak üstüne atmış. Elbisenin yırtmacından dışarı taşmış bembeyaz bacakları. Mum ışığında parıldıyor. Salih geçmişe gidiyor, seneler öncesine. Siz de biliyorsunuz artık hikâyeyi. Pişman mı? Özlem mi duyuyor? Nefret mi ediyor Nevhiz’den? Bunları bilmiyoruz. Yüzünden hiçbir şey anlaşılmıyor. Tıpkı yıllar önce Nevhiz’in tavana sabitlenmiş bakışları gibi şimdi Salih’in bakışları. Nevhiz’e sabitlenip kaldılar. Salih yavaş yavaş ilerliyor Nevhiz’e doğru. Nevhiz kıpırtısız. Tam elini Nevhiz’e uzattığı sırada Nevhiz’in gözleri parlıyor ve gölgelerin arasından iki delikanlı çıkıyor. Biri Nevhiz’in sağından diğeriyse solundan ilerleyip aynı anda ,
-Hoşgeldin baba! diye karşılıyorlar hiç yüzünü görmedikleri babalarını.
Defalarca sarılıyorlar babalarına ellerindeki uzun ve sivri bıçaklarla. Salihin koca göbeğine girip çıkıyor bıçaklar. Zamanında Salih’in Nevhiz’in içine girdiği gibi. Defalarca, canını yakarak, ileri ve geri. Sesi çıkmıyor Salih’in, çıkamıyor. Sırt üstü yere düşüyor.
Nevhiz ayağa kalkıyor, elleriyle Salih’in tavana sabitlenmiş cansız gözlerini kapatıyor. Ellerinin sırılsıklam olduğunu fark ediyor, Salih’in gözyaşlarıyla. Üzerindeki kırmızı elbiseyi bir çırpıda çıkarıp yerde yatan cesedin üzerine atıyor. Elbisenin kırmızısı tüm döşemeye yayılıyor bir süre sonra, Salih’in cansız vücudundan...
Burak Albayrak

Her Şeye Yeniden Başlamak Mümkün Mü?

arzın merkezinden başlayarak senin merkezinden, ilk öptüğümden nefes suyundan ağaçların ayaklandığı yerden konuşurken uzayan boşluklarda...