Her şey çok sakindi.
Başlangıçta hep sessizlik vardır. Yine o bildik şeyler yaşanacak ve sonunda
iyiler kazanacaktı. Mekân değişirdi, karakterler de öyle; fakat kalıcı olmanın
sırrı bir kahramanlık yapmaktı. Hiçbir şey olmadı diye düşündü Deniz. Bu filmi
üçüncü kez mi yoksa dördüncü kez mi izlediğini netleştiremiyordu. Biranın
kokusu midesini bulandırdı. Berke’nin omzundan kaldırdı başını. Ter kokusuna
karışmış tıraş losyonu içinin karışmasına sebep olmuştu. Biraz kıpırdanıp
yaslandığı yastığı düzeltti. Rahat edememişti. Ekranda siyahlar giymiş adamlar
sakin sakin konuşuyorlardı. Elini ağzına götürdü. Berke üzerine dökülen kuru
yemişlerin kabuklarına aldırmadan filmini izliyordu. Elini çerez tabağına
daldırdığında çıkan hışırtıya dikkat kesildi Deniz. Berke gözünü ekrandan
ayırmadan birasını kavrayabiliyordu. Şişenin orada olduğundan emindi. Deniz’in
de yanı başında durduğundan emindi. Sıcaklığını teninde hissedebiliyordu. Bir
kokusu vardı Deniz’in. Bir tadı, sesi ve rengi vardı. Deniz bunları düşünen bir
Berke düşlüyordu yarı aydınlık düşünde. Direnmek için çok güçsüzdü. Bu kez
hemen uyumayacaktı. Alay konusu olmak istemiyordu; ama ben o filmi sevmiyorum
ki diyemezken, aklındakini karşısındakine nasıl açacaktı. Hâlâ bir şeyler
işitebiliyordu: “Hiç gerçek olduğunu sandığın bir rüya gördün mü? Ya o uykudan
hiç uyanmasaydın rüya olduğunu nasıl anlayacaktın?”
Deniz
bunun bir replik olduğunu biliyordu. Gözlerinin kapandığını ve rüyada olduğunu
bildiği gibi; ama zihninin çok arkalarına atmıştı bu fikri. Sanal olmak zorunda
değildi. Yerçekiminin hafiflediği, renklerin koyulaştığı, algılarının tek bir
noktaya doğru yoğunlaştığı bir dünya ona daha iyi hissettiriyordu. Bir evi
vardı. Amerikan filmlerindeki gibi yeşil bir bahçesi, bir garajı ve öylece
duran çim biçe makinesi oracıktaydı. Çocuğunu okula uğurlamak için çıkmıştı
dışarı. Gökyüzüne baktı. Mor ve pembe bulutları gördü. Yağmur yağacak.
Şemsiyeni almalısın Kaan dedi; fakat sesini duyuramamıştı. Kaan okul servisine
doğru seğirtmişti. Deniz eline geçen ilk şemsiyeyle koşturmaya başladı. Uykunun
verdiği yapışkan ağırlıkla bir türlü aradaki mesafeyi eritemedi. Bir kez daha
bağırdı “Kaan” diye. Annelik içgüdüleri miydi onu bu kadar vehimle dolduran. Yoksa
yine zihninin en arkalarına, kendisinin dahi göremeyeceği yerlere attığı
fikirler mi bastırıyordu?
"Dürtülerini inkâr
etmek bizi insan yapan şeyleri inkâr etmektir."
Uyuduğunu fark eder
etmez aslında gözleri hep açıkmış taklidi yaptı. Ekrandaki siyahlı kadın ona
bakıyordu. Niçin karanlıkta güneş gözlüğü taktığını düşündü. Gözünün ucuyla
Berke’nin tarafına baktı. Fark etmemiş olmasını ümit ediyordu. Tıraş losyonuna
aldırmadan gömdü başını Berke’nin boynuna. Bir öpücük kondurdu. Bir tepki
alamamıştı. Ekranda yeşil semboller ve rakamlar belirdi. Bir kadının yapması
gereken işler listelendi. Şemsiye bunlar arasında yoktu. Bir erkeği sevmek de.
Doğal olmayan bir şeyler vardı. Kendini rahat hissedemediği, endişenin büyüdüğü
bir zihinde, etrafı saydam bir sıvıyla çevrelenmişti sanki. Kocaman çıplak bir
adamın bir delikten hızla kaydığını gördü. Sıvı dolu bir cam kuvözün içine
düştü. Bu filmi kaçıncı kez izledi. Berke bardağı fondipledi. Başka bir şey
izlemek istese… hayır ilk önce bu arzusunu dile getirmek istese. Berke “Burada
da mı Kaan” diye fısıldadı. Ekrandan gözlerini ayırmamıştı. Oysa bakışlarının
sürekli kayıp gittiği bir yüz vardı. Bir zamanlar bir yüzü vardı. Dokunduğu,
öptüğü, kokladığı. Şimdi o soru gelecek diye korktu. Filmdeki dazlak adam
soracak.
"Gerçeği" nasıl tanımlarsın? Eğer, hissedebildiğin koklayıp, tadıp, görebildiğin
şeylerden söz ediyorsan "gerçek", beyne iletilen elektrik
sinyallerinin yorumlanmasıdır.”
Bunu yutturabilirdi. Ne Kaanı? diye başladı söze. Hep
öyle derlerdi. Başlangıçta söz vardı. Bir başlangıç vardı demek. En evvelinde
bir söz vardıysa bunu anlatan başka bir söz daha olmalıydı. Başlangıçta iki söz
vardı demek. “Bırak” dedi fısıldayarak adam. Başlangıçta bir “tutunma” eylemini
ima ediyordu demek ki. Ellerini aradı çerez artıkları içinde. “Bırak” dedi
tekrar. Deniz, “Bunu senin için yaptığımı biliyorsun” dedi. Berke’nin ekrana
yönelmiş gözlerine baktı. Bazen şüpheye düşüyordu. Berke’nin hiçbir şey
bilmediğine, başlangıçtaki sözü ya da tutunmayı dahi hatırlamadığına dair bir
şüphe.
Sokaklar eğlenceliydi. Birini sevmek. Kimse sana âşık
olduğunu söyleyemezdi. Bunu ancak sen bilirdin; ama beyne giden elektrik
sinyalleri ne olacaktı? Aşk beyne gitmiyordu ki. Elektrik almak ya da alamamak
değildi. Bifteğin lezzetli olduğunu, öpüşmenin sıcak, dokunmanın çilek
kokusunda olduğunu sinyaller bilemezdi. Yine de elektriğin bitip iki kişinin
karanlığa gömüldüğü anlar vardı. Unutmak için zihnin en arkalarına atılan,
tıpkı senin de atıldığın gibi. Başlangıçta aşk vardı. Sonra elektrik. Sonra
beden. Sonra bir beden daha. Sonunda ne vardı belli değildi; ama her
başlangıcın bir sonu vardı. “Bunları duymak istemiyorum” dedi Berke. Ne
söylemişti ki? Yine o adamın sesi kulağında:
“Bu açıklanamaz, ama
hissedersin. Hayatın boyunca dünyayla ilgili bazı şeylerin yanlış olduğunu
hissetmişsindir. Ne olduğunu bilmezsin, ama o ordadır; beynine saplanmış bir
kıymık parçası gibi? Seni deli eder.”
Beni hiç tanımamışsın
dedi. Berke yanılıyorsun diyecekti; ama kimin ne söylediği tırnak işaretlerinde
olduğu kadar kesin çizgilerle belirlenememişti. Sen hep böylesin. Demek ben
böyleyim. Ya sen? Şu yaptığın nedir. Hayır sen bizi bu hale getirdin. İçinde
hayırların ve –ma, me-lerin sıklıkla geçtiği yeşil semboller durmadan
boşalıyordu. Dışarıya doğru. Boşa akıyordu her şey. Önce bardak boşaldı. Sonra
duvarda patladı. Önce içki vardı. Sonra kadeh. Sonra kan. Kaan ıslanmıştı ve
Deniz onu bu vıcıklıktan kurtaramadı. Bir şişe ekranının tam üstünde patladı.
Sırılsıklam bir görüntü çıktı ortaya.
“Tamam” dedi. Bunu
sakince konuşalım. Ben zaten sakinim dedi Berke. Deniz’in rüyasında gördüğü ev
bir yerlerde varlığını sürdürüyordu. Onu görmese de duymasa da böyle bir
sığınağın olduğundan emindi. Hayalleri sığmayacak kadar büyüdüğünde, denizler suyunu
taşırdığında, varlığı şüpheli bedeni evine dar geldiğinde Berke çıktı
karşısına. Sen açtın bütün bu işleri başımıza dedi Deniz. O kadar açgözlüsün
ki, o kadar hislerine, egona bağımlısın ki bir hayvandan farkın yok. Deniz
gözlerini kapattı. Kulaklarını tıkadı. Berke kollarından tuttu. Önce ses vardı.
Kulaklarını açtı zorla. Deniz “o” olmadığını biliyordu; fakat bilmek, hissetmek
ve inanmak asla aynı anda yaşanamayacak şeylerdi. Ben mi açgözlüyüm kaltak
diyecekti. Evet sen aç gözlüsün. Ben neyine yetmedim diyecekti. Bu aptal
filmleri sen istiyorsun diye durmadan seyrediyoruz. Peki ya ben! Ben istiyor
muyum seninle böyle sefil sefil yaşamayı. Sana o adamı bırakmanı söylemiştim. Artık
bununla yüzleş. Gerçeği reddedip durma. Arada kaçan hakaretler falan onu
üzmemişti; Küfür yediğinde bunun samimi bir öfke olduğunu düşünüyordu; ama
filmlerden apardığı bir sözle tartışıyordu şimdi onunla. Yerde duran şişe
parçasını kavradı. Deniz’in de replik şeklinde verecek bir cevabı vardı. Ses
ekrandan geldi.
“Kaşığı eğmeyi boşa
deneme. Bu imkânsızdır. Bunun yerine sadece gerçeği anlamaya çalış. Tamam mı? Aslında bir kaşık yok. Eğilen sadece kendinsin.”
Deniz’in
ne saçmaladığını anlamasa da, durumun ciddi olduğunu kavrayabildi Berke. Üstüne
atıldı. Deniz’in kendine zarar vermesinden korkuyordu. Deniz’e zarar vermekten
korkmuyordu. Elleri kan içinde kaldı. Şimdi cam parçası Berke’nin elinde. Deniz
önünde eğilmiş. Cenin gibi yatıyor. Başparmağını emiyordu sanki. Berke bunun
bir yanılsama olduğunu düşündü. Deniz dokunduğu, tattığı, sarıldığı, yaladığı
şeylerden emin değildi. O sadece düşünceleriyle ve hayalleriyle var
olabileceğine inanmıştı. Senin yüzünden dedi. Beni sevmekten başka hiçbir suçu
olmayan bir adama acı çektirdim. Berke’nin ne söylediğini duymuyordu; ama ne dediğini
biliyordu. Hani sevmeden evlenmiştin. Zenginlik seni mutlu etmiyordu? Lüksü
bırakamıyorsun değil mi? Aradığın rahatlık burada yok. Sözleri bitmemişti
belki. Deniz devam etti. Sen nasıl bir gavatsın ulan. Sevdiğin kadını
başkasının kollarına yolluyorsun. Yerinden fırladı. Bir tokat patlattı
Berke’nin suratına. Oğlunun bir başkasına baba demesine nasıl razı oluyorsun?
Bir şey daha söyleyecekti. Belki de söylüyordu; ama karşısındaki kes sesini
diye bağırıyor olmalıydı. Öyle bir uğultu vardı kulaklarında. Saçmalamayı kes,
rüya görüyorsun, yeter gibi klişelerle susturmaya çalışıyordu Berke. Ne
olacağını biliyordu. Ufak bir şey söyledi. “Erkek misin be” gibi bir bakış da
olurdu. Ekrandaki adam telefon kulübesinden çıkıp uçmaya başlamıştı. Kapı
çalınmadan açıldı. Kaan eşikte belirdi. Karşısında duran elleri kanlı adama
bakıp “baba” diyebildi.
Bülent Ayyıldız