10 Ocak 2019 Perşembe

Modern İnsanın Ölçüsü Olarak Bir Kalbin Boyutları

Modern insanın kendini oluşturma süreci, aynı zamanda bir parçalama sürecini de getirir beraberinde. Yaparken; yapmaya, şekil vermeye çabaladığını büsbütün yok etme durumundan söz ediyorum. "Bir insan kendini nasıl var eder?" sorusu, sanıyorum; çağdaş insanın kendini bir asalağa çevirme hevesi yüzünden göz ardı ediliyor artık. Var olmak için; görece iyi ve yükselme ihtimali olan bir iş, başını sokacak bir dam ve sonrasında tıkır tıkır işleyen kurulu bir düzen hedefleniyor. Bu saydıklarım, kentlisinden kasabalısına ve hatta köylüsüne kadar sirayet etmiş bir çeşit kendini yok etme biçimi. Kendini yapmaya çalışırken büsbütün yok etmek.
Kadire Bozkurt, Bir Kalbin Boyutları isimli öykü kitabı ile tam da buraya işaret ediyor. İyi ile kötü olan arasındaki iç içelik, kişilerin kendi enkazları üzerinde nefes alıp verirken başlarına gelenler ve nihayet, çaresi bulunmaz sanılan "Küçük Dertler" e sahip insanların öyküleri.
Kadire Bozkurt'un Alakarga Yayınları etiketi ile çıkan, ilk kitabı Küçük Dertler'i 2016 yılının Şubat ayında okumuş ve ikinci kitabının çıkmasını hevesle beklemiştim. Bozkurt'un öykülerinde çağdaşlarından farklı bir ses işitiliyor çünkü. Kendini sadece olaya ya da dile yaslama kolaylığına yüz çeviren, içinde yaşadığı toplumu bir kenara itmekten imtina eden bir yazar Kadire Bozkurt. Bir Kalbin Boyutları, modern insanın açmazlarına, iyi ile kötünün homojenliğine işaret ederken, geçmişten günümüze taşınan dil mirasına sahip çıkması hasebiyle de yazarının dikkatle izlenip, okunması gerektiğini fısıldıyor bize.
Kitabın ilk öyküsü Aksak Ritim, tuhaf bir aşk hikayesini; arabesk şarkıların, torpido gözünde kaset olan eski arabaların, mutsuz ama güzel kadınların, sevmeyi bilmeyen tesbihli delikanlıların hikayesini anlatıyor. Öykünün başı ile sonunda, yanında tuttuğu öykü kişisinin değiştiğini fark ediyor okur. Yerinde saymayan karakterler ve geçişken ruh halinin sahiciliği, okurun gerçek olan ile bağını güçlendiriyor. Öykü kişilerinin kullandığı jargona aşina olanlar bu konuşmayı yadırgamazken, yabancısı olanlar da yapay bulmayacaktır diye düşünüyorum.
Bezelye'de bir aile hikayesi anlatan Bozkurt, sinematografik bir anlatım yolunu tercih etmiş ve okura, zaten kullanılan bir teknikle seslenmiş. Bezelye'de temel olarak dikkat çekici olan ise; düşman yaratma klişesine düşünmemiş olması. Kardeşler arasındaki rekabet asla sevgisizliğe evrilmiyor ve bu, öykünün üzerine çöreklenme ihtimali olan karamsar havayı dağıtıyor. Yazarın kurduğu cümleler, yarattığı atmosfer, yaptığı özenli betimlemeler sanki okura: "Bak bu yoldan gideceksin." diye fısıldıyor. Bu bir anlamıyla sakıncalı gibi görünse de bunu sadece ne anlatmak istediğini bilen yazarlar yapabiliyor. Bu bağlamda düşününce, yazarın metne olan hakimiyetini fark eden okur ona kendini bırakmaktan imtina etmiyor diyebiliriz. "Dantel örtüler her daim mum gibi. Her şey hep yerli yerinde. Huzurumuz, ağzımızın tadı." ya da "Ömründe ilk defa başını sokacak bir yeri oldu, tapulu mapulu. Sapalığına aldırmaz." (burada behsedilen mezardır) benzeri cümlelerle kurulmuş Bezelye öyküsü, yine modern insanın ataerkil aile yapısından kopuşunu ve bu kopuşun yaşattığı kimi zorlukları anlatıyor.
Öyküleri okudukça bir merdivenden yukarı doğru çıktığını hissediyor okur. Bozkurt bize, dinlene dinlene ilerleyebileceğimiz ve tepesine tırmandığımız vakit manzaranın keyfini sürebileceğimiz bir alan yaratmış kitapta.
Haciz isimli öykü, tanrı anlatıcı ile ben anlatıcı tekniğinin birbirine geçtiği ve yine mutsuz bir ailenin yok oluşu üzerine eğilmiş bir öykü. Öykü boyunca, öykü kişisinin televizyon ekranından gördükleri ve diğer küçük ipuçları, öykünün sonuna ulaşınca bir anlam kazanıyor. Öykü baştan sona bir yas merasimi gibi ilerliyor diyebiliriz. Kaybın verdiği eksilme duygusunu eşyalarla perçinleyen yazar; melankolik bir buhran okutmak yerine, sadece olanı sunuyor okura. "Ölmek için yalvaranları almıyoruz. Acısına son verilmesini dileyenleri. Kötüleri, faydasızları, vazgeçmişleri almıyoruz. Yalnızca kelleşmiş, gözlüklü, işine tutkun kocaları. Bir de küçük kızları." pasajı, öykü kişisi ile bir bağ kurma imkanının yanında; yazarın düşünce ekseninin içinde bir yere konumlanmamızı da sağlıyor. Bozkurt bir önceki bezelye öyküsü ile beraber düşününce gönüllü dağılan bir aile ile zorunlu olarak dağılan bir ailenin karşılaştırmasını yapıyor adeta. Bu boyutuyla hem psikolojik hem de sosyolojik okumalar sunuyor bize. Kavramlar, olgular ve olaylar üzerine uzun uzun düşünmüş bir öykü yazarı ile karşı karşıyayız. "Kıvamlı, hastalıklı bir rengi var zamanın. Ağır ağır akıyor." cümlesini, öykünün finaline yakın bir yere tesadüf eseri yerleştirmemiş Bozkurt. Orada, okuyanın çözmesi gereken başka bir sır yatıyor.
Bozkurt Herkes Elinden Geleni Yapıyor isimli öyküsünde, sözü yine bir antikahramana bırakıyor. Bir işçi ailesinin gözünden, biten bir evliliğe eğilmesinin ötesinde öyküyü lezzetli kılan şey; okuru arafta bırakıyor olması. Kişinin yalanla kurduğu ilişki, çaresizlik ve beklenti üzerine yoğunlaşan Herkes Elinden Geleni Yapıyor isimli öykü, sınıfsal bağlardan ayrı okunmaması ve bu şekilde yorumlanması gereken bir metin.
Fareler isimli öyküde, yine iyi ile kötünün içi içeliğine dokunuyor Bozkurt. Diğer öykülerden, yarattığı karanlık atmosfere ayrılan bu öykü başka bir alan açıyor okura. Öykü kişisinin tekinsiz hali, aile bireylerinin ona olan tutumu göz önüne alınınca olağanlaşıyor. Ancak bu olağanlaşma asla bir meşrulaştırma değil. Aileden, ilişkilerden kopmaması bağlamında bir bütün içinde ele alınabilecek öykü; okurda yine başka bir yola sapıldığı hissini doğuracaktır diye düşünüyorum. Zaten kitap kent ve köy öyküleri olarak ikiye ayrılabilir temel olarak. Kent öykülerinde doğrudan modernizme yönlenmiş olan oklar; köy öykülerinde çeşitli efsanelerle, dolaylı olarak eğiliyor buraya. Bu ayrım hem okurda aynı şeyi okuduğu izlenimi yaratmıyor hem de Kadire Bozkurt'un tek yönlü bir yazar olmadığını gösteriyor. Yazar, söylediği şeyi altını çize çize söylüyor ancak bunda tekdüze olmamaya özen gösteriyor.
Köy öykülerinden biri olan İncirin Tanıklık Ettiği isimli öyküde; o atmosferin hissettirdiği yalnızlık duygusunu şöyle ifade ediyor yazar: "Yalnızlık, nemli ağır kokulu bir giysi gibi burada. Kendini anbean hissettiriyor."
Bozkurt, kent öykülerinden köy öykülerine geçişi kurgularken tesadüflere, savrukluklara izin etmeyen bir yazar olduğunu gösteriyor ve bu ilk geçiş öyküsünde kentten köye göç eden bir kadını anlatıyor bize. Bu öykü kişisi de yine iyi ve kötü arasında bir yere kolayca konumlandırılamayacak kadar gerçek.
Kayıp isimli öyküde, çocuğunun gözünün içine baka baka "Keşke seni doğurmasaydım!" diyen bir kadının hikayesi anlatılıyor. Burada da bu yaralayıcı sözün sahibine hak verdiğimiz öğeler var üstelik. Ardından gelen; İp Falan Yok Mu Boyunlarına? isimli öyküde, hayatından memnun olmayan birini, karabataklarla özdeşleştirerek anlatıyor yazar. Bu öyküde şöyle anlatıyor Bozkurt modern insanın sıkıntısını :"Yoruluyor balık. Şimdi göz hizamda. Kanca ağzının kıyısında, deli gibi çırpınıyor. Yakalanan benmişim. Debeleniyormuşum. Bir türlü kurtulamıyormuşum. Öyle bir sıkıntı."
Kupa Kızı isimli öykü Kadire Bozkurt'un Beat Kuşağı okumaları yaptığı ve bundan faydalandığı izlenimi yarattı bende. İntihara meyilli birini anlattığı öykü, diğer öykülerden başka bir yola sapmış ve iyi de etmiş. Okurun dikkatini toplanmasına izin veren bir öykü olmuş bu sayede.
Bir Kalbin Boyutları öyküsünde, aldatılmanın yarattığı memnuniyetsizliği ve kabullenişi anlatıyor yazar. Hem kitaba ismini veren hem de tüm kitaba hakim olan; "ne yapacağını bilmeyen insan" portresini iyice netleştirildiği bu öykü, dikkatle okunmalı diye düşünüyorum. Yazar, Bir Kalbin Boyutları öyküsünde ve tüm kitapta; kadınları, onların yaşadığı travmaları, toplum içinde konumlanışlarını; kimi zaman sessiz, kimi zaman güçlü karakterle okura gösteriyor. Bu göstermede tesadüfiliğe müsaade etmediği, bu sorun üzerine etraflıca düşünüp kafa yorduğu çok belli Bozkurt'un. Kitabın bütünlüğü bakımından düşünüldüğünde, en önemli öykülerden biri demek yanlış olmaz Bir Kalbin Boyutları için.
Bir Başka evlilik hikayesi olan Tilki Deliği ise belki de kitabın en çarpıcı öykülerinden biri. Hijyen takıntısı olan bir kadının, eşi felç geçirdikten sonra yaşadıklarını sade bir dille anlatan yazar; bizi ufak tefek, görmezden geldiğimiz bazı hastalıklarımıza bakmaya zorluyor.
Bir gösteri toplumu eleştirisi diyebileceğimiz Yaşıyoruz Madem isimli öykünün en çarpıcı noktası; her şeyi kabullenmiş olan bireyi, sökülmüş ağaç metaforu ile beraber ele alması. Gerçeğin ötesinde, insanlara dayatılanın dile tezahürü şu parça ile gün yüzüne çıkıyor: "Balık tutarken bira içersen keyif adamı olursun, oltan yoksa serseri. Kendi içinde ne olacaksan ol gene ama bu ahmaklara çaktırma."
Av isimli öykü bir intikam meselesini anlatıyor ancak bu metinde asıl dikkat edilmesi gereken nokta; antikahramanlarla ilerleyen diğer öykülerin aksine "iyi" diyebileceğimiz bir öykü kişisi ile karşımıza çıkması. Ancak iyi olanın, toplumun dayattığı genel ahlak kurallarına uymuyor olması onun cezalandırılmasına sebep oluyor.
Yazarın diğer öyküsü Sekiz Gözlü Kiştey; rüyalar, efsaneler ve tuhaf yaratıklarla örülmüş. Kurmacanın yararlandığı kaynaklar açısından yeni bir alan diyemeyeceğimiz bu öykü, yazar adına başka bir kapıyı işaret ediyor okura. Sonrasında gelen Akrep Yılı ve Sarıkız öyküleri ile beraber düşününce, yazarın karanlık bir atmosfere geçiş yaptığını söylemek gerekiyor. Bu karanlık atmosfer, anlatılmak isteneni parlatıyor olması açısından faydalı bir unsur. Ayrıca, Akrep Yılı öyküsünde anlatıcının çocuk, baş öykü kişisinin de köyün en yaşlılarından biri olması, okuma zevkini arttırırken; ne olacağını bilmeyen okurla, anlatıcı çocuk arasında organik bir bağ kurulmasına da yardımcı oluyor.
Yazar kitabın son öyküsü olan Yeşil Parka Meselesinde, bir kaybolma hikayesi anlatıyor. Öyküdeki göndermeleri iyi okuyabilen okur, bütünü de düşünüp kitabı bitirdiğinde, yazarın neden ormanda kaybolan çocukların hikayesini anlattığını anlayacaktır diye düşünüyorum.
İnsanlar kendilerini farklı kıldığını düşündükleri bazı eğilimler geliştirmiş tarih boyunca. Kimi jazz müzik severken kimi blues sevmiş. Kendilerini benzersiz kıldıklarını düşünerek; sevdikleri edebi türlerden, destekledikleri siyasi kamplara varıncaya kadar, bir çok farklılık geliştirmişler. Ancak onlardan tüm bunlar üzerine, özelikle isim belirtmeden konuşmalarını istediğinizde, aşağı yukarı benzer şeyleri söylerler. Sevdikleri edebi türün, tuttukları takımın, dahil oldukları ideolojik kampın onlara ne hissettirdiğini anlattıklarında yine birbirlerinin kopyası olurlar.
Bu bakımdan insan, kendini diğerlerinden ayıran, parmak izi kadar keskin bir şey bulamayıp aynılaşır.
Kişiyi farklı kılanın; bulmak, geliştirmek, yaratmak ya da yapmak olduğu gerçeği zaman içinde, çeşitli yöntemlerle unutturulmuş insanlara.
Bu temel sebep yüzünden kendini özel sanan ancak fotokopi makinesi ile çoğaltılmışçasına aynılaşmış mutsuz kitlelerin içinde yaşıyoruz.
Kadire Bozkurt, Bir Kalbin Boyutları kitabında, işte bu insanların genel görünüşü ile ilgili bir fotoğraf çekmiş bize. Fotoğrafta gördüğümüz bu acı şeyler ise; fotoğraf ustaca çekildiği için sürekli bakma isteği doğuyor okurda.

Kadire Bozkurt

Konya'da doğdu. Hacettepe Üniversitesi Ankara MYO ve Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili Ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu. Öyküleri Notos, Kitap-lık, Varlık, Sözcükler, Sarnıç, Edebiyatist, Ian Edebiyat dergilerinde yer aldı. İlk kitabı Küçük Dertler Alakarga etiketiyle 2015 yılında yayımlandı. Bir Kalbin Boyutları ise 2017 yılında okura sunuldu.

Devrim Horlu

12 Mart 1988 yılında İstanbul’da doğdu. Gölgeler Çürürlen isimli şiir kitabı var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Her Şeye Yeniden Başlamak Mümkün Mü?

arzın merkezinden başlayarak senin merkezinden, ilk öptüğümden nefes suyundan ağaçların ayaklandığı yerden konuşurken uzayan boşluklarda...