31 Aralık 2018 Pazartesi

Bir Ağaç Yaslanıyor Sırtıma

Kurumuş yapraklara değiyor ayağım
Sökülmüş kilimler onarıyorum, annemin elleri değmiş
Fotoğraflar çerçeveletiyorum
Uğuldayan orman kitaplar
Kendimi bir sinek kanadı gibi çekiyorum çorbanızdan

Yıkık evleri seyrediyorum, mevsim dönüyor
Bir ok sırtımda geceyi deliyor
Yanağımdaki gamze ağlama çukuru
Durup dururken susamlı çöreğe hevesleniyorum
Yağmurlar bekliyorum artık
Buğuya camın ardını çizmek istiyorum
Tek kişilik odalarımdan gülüş geçmiyor

Bir ağaç yaslanıyor sırtıma
Bir kuru gül tutuyor elimi
Sonra mürekkebim dilimi okşuyor
Uzun yürüyüşler keçi sürüleri yoldaş
Akşam bir sarhoş, iniyor sokağıma
Hırıltılı birşeyler söylüyor
Duymazdan gelinir böyle sesler
Kalbim nasıl hır gür geç kaldıklarımla
Kadehimde ertelenmiş yutkunma
Geçmiyor orada işte tam da boğazım düğüm

Yokluğunu çektiğim her şeyle ağrıdım
Bağırmadıkça paslandı dilim
Gelip konsaydı keşke ağzıma serçeler
Ben en çok pelikan oldum
Boynumda lekeler
Cam bardaklarım çatladı içimde
İçim eskiyi vurup duran çan

Ayfer Karakaş

29 Aralık 2018 Cumartesi

Dikilmemiş Kravat İndirimi

I
bütün yaralarımın sızdığı göle dönmüş avuçlarım
dilleri kirli sızıntılar saçlarımı okşuyor ilkin
boğazıma diziyorlar sonra kurşun yerine ellerini
bu şehir her cumartesi sarıyor tabutlarını omzuma
yalıyor caddenin sularını ipini tersten bağladığım köpek
yanmış  tava kadar karanlık gözleri bekçilerin
II
kesin değerlendirme yapılamadı, tıbben bilinemedi
damarlarıma jilet biçiyor, yirmi üçünde bir kadının
adli tıp raporu törpülüyor yeni yenmiş tırnaklarımı
beyaz  mermere buğday ekiyor karıncalar
   çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen
  şezlongunuza uzanın ölü
ağzımı kesiyor tenekelerin soğuk camları
III
kan göleti saçlarım kirli gazete sayfalarında
mazgallara sarılmış geçen aydan otuz bu aydan elli
ölülerine kemiklerimi taşıtıyor patronlar
istanbul ankara tarifeli uçağında
acıgöl  bireyselim bireyselsin bireysel!

Gizem Uysalcan

27 Aralık 2018 Perşembe

Miks

V

havai fişeklerin patladığı, şimşeklerin ışıkları
ben buna çok titredim
yanınıza almadınız

artık sana her yer adrianapolis bana her yer sis
sabahtan akşamlara katharsis olsa yunsanız yok yetmez
her eski apartman Atina

VI

kutu kolaları ipe dizip kendi etrafında döndüren
pencere kenarlarında bekleyen
hep fazladan hisseden.
bütün insanlar kirli elbiseler.
al onu o tarlalardan
balık beyazı uykularda
muhakkak eninde sonunda başa dönen
domateslerin kurumasını izleyen
ipe dizip serbestçe daireleyen
arı kovanlarının başında bekleyen.
e uyan bu uykulardan
uzay zilleri diğer sesler kırık taşlar tüm ritüeller
al hırkalarını yerden
seç kendini gelinliklerden
seneler sonra kimyaya dönen.

VII

kendi kuyruğum döndüğüm küçük adımlar rüyalarımda bütün çekiştirdiğim gri bir gök kemik senin bildiğin benim ölüm. bir böceğin çıtırdadığı
çok yüksek çok uzun imkansız
ne kadar göçtüğüm yer varsa.
bütün sukenarları 

VIII

suyu çekilmiş meyve gibi
bir ev
ağlıyorsun ağlıyorsun geçiyor
eğer gerçekten iki iyi insan olursanız
koku bende geri dönmek zor gelmiyor

yağmur bulutlarını gördükçe
masumiyetimi hatırla karşılıksız güvenimi hatırla
her şey kötü kokuyor

Kahraman Çayırlı

25 Aralık 2018 Salı

Çınk Çınk

Biletçinin uzattığı tomarları bir hamlede avuçladı. Rakamlar birbirinin ardı sıra aktı. Sonu sekizle biten bir biletti aradığı. Bulamadı. Başını biletlerin yeşil mavi şeridinden ayırmadan, biletçinin içinden kendisine bir güzel sövdüğünü düşündü. “Şans bu abi” dedi biletçi kütür kütür bir sesle. “Aradığından ziyade aramadığındadır piyango.” Ben bu işe yirmi iki yılımı verdim bakışını da ekledi sözlerinin kıvrımına. Elleri titredi. Buz kesti. Bir tane aldığı gibi biletçiye tam on lira verdi. “Dur abi bozuyum” diyen biletçiye gerek yok diyen bir el hareketiyle karşı kaldırıma geçti. Arkasında keskin bir korna sesi bırakarak bulvardan sapıp evine uzanan dar sokağın başında durdu. Bilete baktı. Tek bir sekiz bile yoktu. Bileti buruştururcasına paltosunun cebine soktu. Üç günlük sakal, siyah, eprimiş paltosu ve üç aydan fazladır kestirmediği saçlarıyla, kasap vitrinin önünde kendini süzdü bir süre. Akşam, kocasına rakı eşliğinde bir ziyafet çekmek için bonfile alan sarışın kadının ardından baktı. Vitrindeki çengele takılı kuzunun karın boşluğuna kırmızı bir gül kondurulmuştu. Teklifsizce baktı. Sokağa sapmaktan vazgeçip, kasabın gür kaşlarının arasından köşedeki büfeye süzüldü. - Buyur abi.
 - Camel var mı?
 - Var abi. Buyur. Dur abi bozdurayım.
Çınk diye bir ses duydu. Ardına bakamadı. Ürperdi. İşten çıkalı bir hafta olmuştu.
Olaylar ardı sıra gelişti. Zaten ardı sıra gelişen olaylardan sonra bırakıldı bu üç günlük sakal. Her sakal bir yas günü için uzadı. Üç günlük yas, yirmi bardak çay, üç paket sigara; biri kaçak, yüz yetmiş beş tokalaşma, yüz seksen başınız sağ olsunlar, yüz yetmiş sekiz sağ olunlar, apartmanın loş boşluğunda höyküren kadınlar, imamdan bir uzun kıraat vaaz, siyah giymiş hısım akrabalar, akşam yemeklerinde yağlı etler, durmadan mutfakta yıkanan kaşık ve çatallar, ölenle ölünmezler, cebe iliştiriverilen; yanında kalsın lazım olurlar, kapı önünde ayakkabıdan bir âlem ve kafasında bir isli dumanla örülü üç günün ardında tavana bakıp Bilge’yi düşündü. Bilge, siyah bir elbise giyip ona uzun uzun sarılan ve göğüslerinin göğsüne yaptığı baskıdan kafasını afallatan Bilge. Daima sevecen olan Bilge’nin gözyaşlarına döktüğü bu yas evinin ayak, terlik, bulaşık, makine, sıcak ruj lekelerinin sıçradığı dağınıklığını süzdü.
Abi kusura bakma geciktim. Buyur abi. Para üstün. Büfeden sert bir ayak dönüşüyle kıvrıldı. Meyhaneye giden yolu dikkatle adımladı. Ben u Sen’e ilk gelişiydi. Duvarlardaki resimlere anlamsızca baktı. Duvarın ardında bir evren varmış da o bunun dışındaymış gibi ellerini nereye koyacağını bilmeden masa örtüsünün kırmız üçgenine dirseklerini dayadı. Buyur abi. Bana yetmişlik Bilge getirsene. Af buyur abi. Terledi sen bilirsin dercesine eliyle masayı işaret etti. Gülümsedi adam ben sana yetmişlik Bilge getireyim abi dedi. Uzun uzun duraladı. Ulan pezevenk dalga mı geçiyorsun sen benle diyecekti. Kafayı gömecekti alnına. Sonra adam onu masanın üzerine itiverip ulan göt oğlanı sen demedin mi Bilge diye bağıracaktı. Tekmeyi masanın ayağına çaktığı gibi masa gümbürdeyip yarılacaktı. Sırtı fena halde acıyacaktı. Olsun, Bilge bu. Ayağa kalkamaya çalışacaktı lakin karnına inen sert kundura ile nefes alamayacak, bir süre höykürecekti. İçmeden sarhoş olacaktı. Ağlayacaktı. Garsona bakacak vur ulan diyecekti. Akşam akşam diyecekti adam. Ben garson değilim, diyecekti. Cemil, Ahmet, Mervan, alın bu Laleyi neresiyle içmesi gerektiği öğrensin de öyle gelsin diyecekti. Olmadı. Gülümsedi. Garson ya da adam ayrıldı oradan.
Paltosunu çıkarmayı unutmuştu. Bir tel cambazının ince tedirginliğiyle sandalyenin arkasına paltosunu asıp masaya bırakılan peçeteye örülü çatal ve bıçağı incelmeye koyuldu. Bilge, annem ölmüş dedi. Yatak odasının tavanına üfledi sigaranın dumanını. Bilge ince kaşlarını pencereye dikip ayı seyretti. Gitmeyecek misin taziyesine. Salak dedi. Bilgeye. Bunu içinden söyledi. Yas benim evde olacak dedi sadece. Bilge baktı hüzünle karışık dağılmış rujuna. İyi, dedi. Ben de gelirim. Dışarıdaki ayaz çıplak belini üşütmüştü. Farların tavandan sarkan gidiş gelişlerine bakarak geçen arabaları saydılar. Bilge’nin uzun saçları göbeğinden süzülüp mavi yatağın köşesinden sarkıyordu. Boşlukta sallanan ojeli tırnaklarının göğsünde gezinişine duyarsızdı. Bilge dedi. Sustu. Sus’u aldı Bilge sus’tan sus’a köprü kurup sustu. Geçmezsen de para vereceğin köprülerdendi bu. İnsanın dünyasını başına yıkar.
Derken adam ya da garson masaya bir yetmişlik getirdi. Anason kokusu genzini yaktı. Daha önce hiç rakı içmemişti. Bunu Bilge’ye hiç söylemedi. Refik’e de söylemedi. Refik çok içerdi oysa. Neden ondan gizledi ki? Bu sefer sevdi garsonu ya da adamı ya da her ne boksa. Sevdi ve Refik’e dedi içinden. Fiilleri dumura uğratan bir içişle önce genzini sonra boğazını yaktı. Kusacak gibi oldu lakin her biji Refik deyip bardağı masaya koydu. Sandalyenin öteki tarafında Refik, ulan oğlum dedi. Anneni umursamıyorsun anladık ana dilini de mi umursamıyorsun. Kafası dumanlı Refik’i dinledi. Demokrasi dedi, bileşen dedi, özgür yaşam dedi, eşitlik, hareket, kalkışma, isyan, itiraz, sandık, çevik polis, abluka, barikat, sür. Refik bunların hepsini dedi. Tümcelerin, Dali resimlerinden çalıntı eriyişine mahkûm olmuş gibi mahsus hallerinden sakındı Refik böyle deyince. Geçenlerde öldü. Barikat, dedi. Kadehi mideye yuvarlayıp bocuk boncuk terledi. Terlerinden yazma yapıp annesinin morarmış saçlarına doladı. Onun söğüt ellerinden, buruşuk derisinden, dudağının altında beliren siyah noktadan, kifayetsiz sözcüklerinin tespih tespih dağılan üveyliğinden gocundu. İncindi. Annesinin mermerde uzanmış şişmiş karnına eğilip öptü. Dudakları mayalanıp göllendi. Cesedin soğuk damarları tomurcuklanıp bir harfe dönüştü sonra. Harf büyüdükçe Refik’te büyüdü. Refik büyüyünce gözleri de büyüdü. Sonsuz kere baktı oraya. Sonsuz kere aksine.
Halit, bu böyle kaç gün sürecek. Bilmem. Sen benden utanmıyorsun ya. Ben kendimden utanıyorum Bilge. Deme öyle. Bu apartman boşluğunda sallanıp duran annemin cesedini, onu bulan şu galiz halimden utanıyorum. Televizyondaki siyah köpek biblosunu süzdü Bilge. Vitrindeki çerçevede kendini arıyormuşçasına bir anda söyledi. Ama sen de merdivenlerden yuvarlandın işte. Sarstı seni annenin cesedi. Bilge dedi. O burada astı kendini, elleriyle ceplerini yokladı. Dur canım, dedi Bilge. Canımda takıldı Halit. Bilgeyi unuttu. Canım. Ben canı mıydım? Bilge’nin?
Mezeleri simetrik bir obsesiflikle masaya koydu o. Bundan sonra o. Madem garson ya da adam değil o halde o. O. O’nun gür bir sakalı vardı. Bembeyaz bir gömleği, üzerinde çolak atlar koşturacak denli uzun pazıları, gülümseyince inci gibi dizili dişleri ve parlak siyah saçları vardı. Briyantinli. Çatalıyla soğuk mezeden bir parça alıp dişleriyle ezdi. Aniden ürperdi. Çınk çınk diye bir ses. Bakamadı ardına.
Dışarıda hafifi bir yağmur başlamıştı. Bilge’den ayrılmalıydı. Nedensiz. Bir mektup mu yazsaydı. Köşedeki kadın gülümsedi birden. O da gülümsedi. Sevgili Bilge diyecekti, uzun bir soluk alıp uzun bir sevişmenin ardından, nefes nefese kaldığı zamanlardaki gibi kalbi titreyecek, sana uzun uzun ne anlatabilirim bilmiyorum fakat beni affet ne olur. Ben bilemedim Bilge, yani neyi aradığımı değil ne aradığımı, daha doğrusu bir şey arayıp aramadığımı daha doğrusu başlarım ulan daha doğrusuna… Affedersin Bilge. Öyle demek istemedim. Fakat anlatamıyorum işte. Ben kayıp bir hece denli senin hikâyende eksik bir cam kesiğiyim. Olmadı galiba bu. En baştan alıyım Sevgili Bilge, bak burası çok güzel hem sevgili hem Bilge… Kusura bakma kafam karıştı. Ben öyle başlamamalıydım. Sonuçta… Kafasında yazıp durduğu mektubu buruşturup beyninin sapağındaki yığına atıverdi. O, bir iki gence talimat yağdırdı. Gençler çaprazlama masalara karıştı. Masalar havalanıp bir süre boşlukta süzüldü. Sonra gençler masaları ayaklarından tuttuğu gibi yere doğru çekiştirdiler. Masalar usulca iniverdi yere. Kadın havadayken tekrar gülümsedi. Kırmızı bir hırkası vardı. Vişneçürüğü ruju. Halit’e bir bir baktı. Başını çevirip bir kadeh daha doldurdu. Sonra su, sonra beyaz…
Bugün yılbaşı, dedi Bilge. Ellerinden çekiştirdi. Boynunda kesk u sor u zer. Bilge dedi. Bu ne? Atkı, dedi Bilge, Refik verdi. Refik. Kar yağmıştı. Soğuktu. Üç şişe bira, biraz çerez, bir de televizyon. Refik nerede acaba? Derken bir gümbürtü önce camı sarstı. Sonra masaları delip bellerini kasarak mutfağa yöneldi.  Ne oldu, diyemeden Bilge usulca sokuldu göğsüne. Bilge bu, sokulur. Sonra bir gümbürtü daha, her biji Refik.  Televizyonu istemsizce açıvermişti o vakit. Yanı başında Bilge avuçlarını karın hizasında kavuşturmuş onu süzüyordu. Yanan bir araç resmi ve yan panelde geri sayım 3..2…1..
Bitişiğindeki masaya gözleri buğulanmış bir adam oturdu. Önce cebindeki çakmağı masaya itina ile koyup kekremsi bir bakışla yağmurun dövdüğü kaldırımlardan öteye baktı. Gözleri uzadı. Uzadıkça camlaştı. Sonra gümbürdeyerek kırıldı. İrisi parçalanıp, gözeneklerin ipliksi dokusu adamın lacivert gömleğinden süzüldü. Karo döşemeli fayansı geçen hücreler Halit’in masasından ani bir dönüşle kapının ardına doğru hızlıca çekildi. Adam çakmağının dikey tutarak eliyle O’na işaret etti. O güldü. Tanıyor olmalıydı. Tansu burada olsaydı o da böyle gülerdi. Lisedeyken, Diyarbakır’da nasıl  yaşıyorsunuz, demişti en İzmir’li sesiyle.  Refik dayanamayıp bir nutuk atacaktı ki güç bela sınıftan çıkarmıştı. Hiddetini onun kaçak annesinin köyden yolladığı tütünü ince ince sararak gram gram salmıştı o zaman. Bahçenin kuytusunda bir nefes alıp, Ulan Halit ne günlere kaldık, dedi. Biz böyle mücadele edelim, halkların kardeşliği, barış dedi bir dolu ağzıyla. Ağzı üç, beş, yedi kanala ayılıp her kanaldan ayrı bir tonajdan seller akıttı önce cigaraya, sonra ona, sonra Tansu’yu düşündüğü gece yarılarına, sonra annesinin çekindiği kavruk yüzüne, esrar dumanına boğulduğu sarı yaz vakitlerine, üç numara tıraşlı kafasına, kantinde aldığı sıcak çayın parmaklarını ısıttığı karlı öğle aralarına durmadan ıslattı Refik.
Kaçak annesi, kuponlarının son maçta yattığı o uzun yaz günü elinde bohçasıyla gelmişti. Son maçı kaybeden takıma söverken Refik’in göz edip işaret etmesi üzerine ardına bakmıştı. Çınk Çınk Çınk.
Hastaydı. Çoktu. Hastalığı yani. Hem annesi hep çok gibiydi. Yatak odasında Bilge’nin ince sırtına ayrılan şilte annesi gelince kasıldı. Kardeşlerin dedi. Bunu Anne dedi. Öldüler. Tavana bakıp uzun uzun konuştu. Her cümleyi bir bir hece etti Halit. Anne çok hasta. Kardeş öldü. Neden diye soramadı, elindeki kuponu buruşturdu. Yarın öğleüstü Bilge ile buluşacaktı. İyi ki sevmişti Bilge’yi. Bilge hep olsundu. Bilge sanki açıktı. Teni buğdaysı, ruju hep bej pembe, onu öptüğü vakit daima yanında bir peçete ile dolaşırdı Bilge. Uzatıp küçük aynasını çok bir şey yok derdi, dağılan iniltilerinin ardında bıraktığı koca bir cümleyle  Arada Tansu, uzun uzun kahkaha atar ayol, derdi, sizin şehriniz çok kaba. Tam bir kasvet, ne var bu şehirde yahu hepiniz yabanılsınız, sen başkasın ama Halit sen.. sen.. Sus artık Tansu, dedi. Tansu susmadı. Uzadıkça yayı esneyen bir akordeon gibi Tansu Bbbam dedi. Komiser. Bu şehri sevmiyoruz işte, kül bir rengi var. Cinayet mahalli gibi, olay yeri yani. Hiç gördün mü? Sonra yine güldü elinde pine sigara Tansu hep güldü.
Çok hasta anne hastanede filmler çekti, bir poşet dolusu ilaç alındı eczaneden, doktor ile randevulaşıldı. Bak evladım dedi, doktor, annen hasta, bunu bilecek konumdasın, sen hep bilecek konumdasın. Anneye dikkat edilecek. Doktor bunu hep morarmış dudağı astigmat gözleriyle dedi. Tavanı beyazlatan koridor ışıklarının altında, annesinin oturduğu bankta süzdü bir süre, anne çok hasta.
Bitişik masadaki adam ile o, koyu bir sohbete koyuldu. İçi daraldı. Tık nefes halde rakıdan bir yudum daha aldı,  öğürecek gibi oldu. Tuttu kendini. Kendini işte hep böyle tuttu. Ne zaman kusacak gibi olsa tutardı kendini. Bırak ulan bir kere de aksın içindeki cerahat, demişti Refik. Sıkma bu kadar, dert dediğin anlatıldıkça buhar olur. Seni partiye alsak çeneni kıra kıra anlatırdın meseleni, bizde hususi diye bir şey yoktur, deyip aksıra tıksıra güldü, sigarasının dumanı boğazını yaktı.
Gençten biri usulca sokuldu masaya, elinde dumanı tüten bir balık. Buyur abi, dedi. Ben istemedim diyecekti lakin, o başını yere doğru sallayıp indirdi, Bizden diyordu basbayağı, bitişikteki adam da kısa bir gülüşle eşlik etti bu bizdene. Bir rahat bırakın ulan diyecekti. Demedi. Çatalı hırsla balığın karnına saplayıp uzunca bekledi. Çatalın deride aldığı yolu duyumsadı. Kılçıklı derinin yüzeyinde üç koca kesik öylece kaldı. Genç boş kalan bardağı doldurayım der gibi baktı. Başını salladı. Abi daha fazla içmesen iyi olur, demedi genç. İşini biliyordu, milim milim doldurdu rakıyı. Milim milim içildi rakı.
Anne hastaymış Bilge. Neyi var Halit, gittiniz mi doktora? Kardeşlerim ölmüş Bilge. Nasıl Halit, nasıl ölmüş? Bilmiyorum Bilge, ben de bilmiyorum, hatta annemde bilmiyor, kardeşlerim dahi bilmiyordur. Neyi Halit? Başını göğüslerinin arasına gömdü. Bilge sıcacık. Bilge yumuşak. Bilge sanki bu kırgın söylencenin aynası, sanki kuyusu. Sonsuz Bilge’ler sonsuz noktadan sonsuz noktaya uzanan bir eğri çizdiler. Sonra bu eğriler sonsuz kapıdan geçip sonsuz tatlar bırakarak ardında Halit’in seğirip duran kaşında biriktiler. Baş ağrıması şiddetli, aspirinler, sular kesmedi Halit’i. Anne dedi, dayım beni niye bu şehirde bıraktı. Okuman için dedi annesi sesi gırtlağını yırtmış, safran sarı bir sıvı akıp duruyor annenin boyun damarlarından. Anne çok hasta. Kardeşlerim anne nasıl öldü. Anne sus’tu. Sus’a pay biçti, ölçtü, köşelerini kesip sırt kısmını açık bıraktı, paçalarını inceletip omuz kısmını genişletti bir güzel dikip üzerine geçiriverdi sus’u. Anne hep çok sus’tu.
Balığı tabağıyla beraber köşeye itiverdi, Kalkacaktı lakin sendeledi. O, gür sakalıyla geldi. Tuttu kolundan bekle Halit dedi, Halit hep bekledi. Cüzdanını yokladı ama O’nun kocaman elleri ellerini bastırdı. Bu seferki bizden dedi. Refik’i tanırdım, senden bahsetmişti. Senden bahsetmemişti ama. Bunu diyemedi. Kapıyı geçince geniş geniş ürperdi. Çınk. Çınk. Çınk. Çınk. Bakamadı. Ardına.
Neon lambalarını, Bilge’nin ayrılma sahnesini aklından geçiriverip soluk almaz halde kasıldı. Dar sokağın köşesini hızlıca bir kavisle ardında bırakıp seyyar kestanecinin buğusu tüten sıcaklığına ilendi. Adım adım geziniyordu. Elleri ceplerindeydi lakin içinde tek sekiz olmayan bilete değen parmaklarının kasıntısından bir âlem yaratıp oradan da gezinmeye başladı. Eve vardığı vakit. Bilge yoktu. Üç günlük yas onu da yormuştu nedensiz. Salondaki karyolaya uzanıp duvardaki kırmızı arka planda salınan ak bir yazma ile boynunu örtmüş annesine baktı. Gülümsedi lakin evhamlı bir el çabukluğuyla paltosunu sıyırıp Karyolaya uzandı. Uyuyamadı hızlıca çıkıp gecenin son dolmuşuna atladı. Otogar dedi. Başka bir şey demedi. Hızlıca aktı dolmuş, ışıkları yaladı, geceyi esnetti. Lacivert göğü ve bulutları yırttı, Bilge’yi bile dumana boğarak otogara vardı. İzmir, izmir, izmir diye bağıran çocuğun yanında sıcak termosundan çay dağıtan ihtiyarı süzdü bir süre. Sonra partinin aldığı son oyları tartışan gür bıyıklı dayının kulağına devinimsiz İzmir dedi. İzmir’e bir bilet var mı?
Adam burnunu geriye yaslayıp anason kokusundan sıyrılmaya çalıştı. Elindeki koçanı hızlıca yırtıp mavi bir mühür bastı. Uzatıp parayı çekiştirircesine aldı. On dakika sonra, dedi. Şu mavi otobüs, sekiz numara. Gülümsedi.
Sonra işte Bilge’yi ve Refik’i geride bırakan otobüsün yılan gibi gecenin içine ilerleyen camından dışarıyı süzmekten bıkıp yan koltukta oturan onu birden görüverdi. Kumral saçları, geniş perçemi ve sonsuzluğun içinde mütemadiyen donup kalmış gülümsemesiyle, uyuyakalmış onu. Derken otobüs havalandı. Beyaz şeritli yol aşağılarda kaldı bir süre, yolcular havada kavisler çizerek uçuştu, kumral saçlar dalgalanıp uykunun yokluğuna bir pay biçti. Keskin bir korna sesi ve daimi bir ışık. Son gördüğü kumral saçların savruluşuydu.
Çınk. Çınk. Çınk. Çınk. Çınk. Otobüs camı zangırdadı. İyi misiniz? Bilincinizi açık tutun.

Hüseyin Akcan

Yazarın Notu: Bu öykü, Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar isimli kitabından esinlenerek yazılmıştır.

23 Aralık 2018 Pazar

Falan Denizleri

I

ne zor şimdi kıpkırmızı dumanlar arasından seçmek şehri fikrimdeki tablonun ressamına karar vermek ne zor
kaç diş izi var bileklerimde, her gün kaç tel dökülüyor saçlarımdan şu düşen bardak dağıldı mı salona kadar görmek ne zor

II

uyanır uyanmaz karşıya geçsek, sen radiuslarımı kırsan o an dünya çiçekli bir yer olur hippi olmasak bile şu gök neden tek parça bu denizler neden ıslak bu ısrar nedir, nedir bu geniş bahçelere çit koymak

III

gülhane bir sarayın bahçesi, seni sevmek bütün annelerin çeyizidir
tepenin ardından bir koç gelmeyince yakılır çöpler ve cesetler
mızrak sanardım topuğuma değen soğuk ve pütürlü dudaklarını
şimdi beni dev bir taşı zirveye taşımaklar, ardından düşmekler bekler

IV

yirmisekizden sonra kaç gelirdi, gençosmanlardan biri mi yoksa
bükme dudaklarını bu kadar bakır uçludur bu yüzyılın sevgileri
tellilere lanet kaçınılmazdır, her aşık astigmat ve sakardır
tuşluların modası geçmiştir çünkü her kalp krizi nikeldendir ve vurmalıdır

 V

 hinnom vadisindeki ağaçların bir yanına onuncu bir yanına onsekizinci
artık zayıfladı bir kuşpalazı dalgasında ve pekiyiyle geçti bu dünyayı zenci
ben elbiselerimi soydum evin köşesinde, sana fikirlerimi bıçakla uzattım
daha dün ektiğimiz fidanların meyvelerini iştahla yiyiyorduk bile

VI

noel babadan tek isteğim; gelirken bir bardak su getirsin
giriş katındayız apartmanın, söyleyin baca aramakla didinmesin
ihsanlara kapalıyız, zaten giriş kattayız, biz göklerin rabbine yedi göbek sevdalıyız
üst katın balkonundan güneş tek tük girer zaten bir de o gölge etmesin

VII

dalgıç çıkmazının lambaları söner biz kaçarken hükümetten
ellerim sevişir duvarlarda bulmak için ışık düğmesini
ah bu karanlık, bu siyah ışık, bu kara ateş, bu büklüm büklüm uzay
bu her adımı senkronize atışımızla öğreneceğiz demirden dağı bükmesini

VIII

şimdi ardımdaki  mum duvara bir gölge bile vermez şimdi beni ateşe fırlatan mancınık tutturamaz hedefi şimdi gözlerimdeki renk damarlara kan olur şimdi ben sağ yanına bir dokunsan, sağ yanına ten olur

IX

albız benim kulaklarımı çek ben fenalıklar yaptım kurtuldum derken albız karahummalar kaptım karşı köyde geceleyin tanımadığımız bir dağ yükseldi bizim köyden akan nehir uyandığımızda yoktu

X

yeni ahit'te adım geçiyor diye ben teslise dahil edilemem
içimde sevda var diye  de bana peygamber demeyin bir zahmet
benim tenim açık, saçım sarı hatta ben habeşli bile değilim
yemin ederim ben bu kente topallayarak gelmedim

Ozan R. Kartal

19 Aralık 2018 Çarşamba

Dar Zamanlı Ağıt

bulut bozguna hazır
denizin ütüsü çoktan bozulmuş
kibritle yazdığım şiirden gemileri
yakma vakti eylülün hüzün geçidinde
bulut cömert ama dudak çorak
çünkü hasat vermez artık kurumuş hiçbir kelime

önce yutkunarak sonra heceleyerek
yalnızlığımı okudum başkasının yüzünde
ah bir yankı bile yok sesimde
camlar çoğalttı duruşumu yalnızca
uzun sular bilmeyecekti dilimi
yolculuk düşmeseydi payıma

her acının altını kibritle çizmek düşmüş bana
yoksa çoktan sönmüş olmam gerekiyordu
bahçemde renk iştahsızlığı
elimde kuru kuyu hevesi
kül olmaktan başka kurtuluşum yoktu

gözlerim anı atlasında bir gezgin
hep eski bir tarihten bakıyor bugüne
zaman da inciniyor diyor zamanla
yıllanmış fotoğrafa baktığında
gülmenin de eskidiğine inanamazsınız
fotoğrafım yok ki sarı yapraklarınız arasında

kuşlara değil çocuklara emanet
sesimi diriltecek soluk
kuşlar bir tek kanatlarını dinler neticede
çocuklarsa bilirler ne demektir yokluk
dinlemişlerdi her öğün tane tane

kalktım adım adım hayatımı dolaştım
bir daha gelemedim kendime.

emre ay

17 Aralık 2018 Pazartesi

Şemsiye Satıcısı Değil, Şemsiye Tamircisi

Kargalar, yemek istedikleri cevizin kabuğunu kırmak için yeterli yüksekliğe ulaştıktan sonra, onu yere atar ve nihai amaçlarına ulaşırlar. Bu basit görünen ancak zeka gerektiren olaya ne zaman şahitlik etsem; şiiri açmak, şiire ulaşmak ve onun özüne varmak için belli bir çaba göstermek gerektiğini düşünürüm. Sert kabuğun altından, lezzeti uzun süre aklımızdan çıkmayacak bir şiir de çıkabilir, ekşiyip kurtlanmış bir şiir de. Her halükârda neyin ne olup olmadığını görmek için belli bir zekaya sahip olmak ve emek harcamak gerekiyor.
Bekir Dadır'ın Çöl Bahçıvanı isimli kitabını incelerken de onun kabuğunu parçalayıp içindekine ulaşmaya çalıştım. Ağzıma yayılan tadın ekşiliğini ifade etmek için de kimi örneklere ve çıkarımlarımı renklendirmesi için kimi rakamsal verilere başvurdum.

Eleştirimde bazı yazım kurallarını işaret ettiğim için de sanıyorum şiire bakış açımla ilgili bazı yanlış anlaşılmalara sebep oldum. Dadır'ın kitabına kurallar özelinde eğilmemin ana sebebi, şiire kısıtlı bir çerçeveden bakmam değil; şiirlerde gördüğüm eksikleri farklı bir yerden işaret etmekti. Yazılan her metni yüzeysel okumalarla anlamaya çalışanlar ne yapmak istediğimi kavrayamamış olabilir. Şiir algım kurallara ve basmakalıp düşüncelere sığmayacak kadar geniştir diye düşünüyorum.

Dadır, eleştirme hak verdiği noktaların yanında yanıldığımı düşündüğü bazı yerlere ışık tutmak için bir cevap yazısı kaleme aldı. Cevap metnini kendi şiirine sahip çıkması bağlamında mutlulukla ancak eleştirdiğim noktaları manipüle etmesi hasebi ile üzüntüyle okudum.
Burada manipüle kelimesini bilinçli olarak kullandığımı da belirtmek isterim. Eğer bu cevaplar eleştirilen noktayı bağlamından koparıp, okurun algısını yanıltmak üzere yazılmadıysa, eleştirilen şeyin ne olduğunu kavrayamayan, yani okuduğunu tam manası ile anlayamayan birinin cevapları olabilir. Ben böyle olmadığını varsayarak Dadır'ın, verdiği cevaplarla eleştiriyi manipüle ettiğini kabul etmek istiyorum.

Dadır "Öncelikle bir metnin şiir olabilmesi için konuşma dilinden biraz olsun uzaklaşıp “şiirsel” dile yaklaşması gerektiğini düşünüyorum." diyor cevap kısmının başında. Yakın zamanda Shakespeare'in Romeo ve Juliet eserini tekrar okudum. Kitabın bir yerinde Romeo, unutmak istediği bir mesele üzerine şöyle diyordu: "Öğret bana, nasıl unutulur düşünmek. " Umarım Dadır yakın zamanda şiire dair bu düşünce için böyle bir cümle kurar ya da birileri ona bu düşünceyi unutması konusunda yardım eder. Zira bir zamanlar dünyanın bir tepsi gibi düz olduğunu düşünenler de vardı ve onlar şu an sanıyorum sadece mizahın konusu olarak kaldılar.
Konuşma dilinden biraz olsun uzaklaşmadığı hâlde edebiyat tarihinde yerini almış o kadar çok şiir var ki buraya örnek olarak hangisini koysam diye bir süre düşündüm. Yazının başında kargalardan bahsettim örneğin. Orhan Veli'nin Kargalar şiiri okunabilir. Somut şiir üzerine yüzeysel de olsa bir okuma yapılabilir bu eskimiş düşünceden kurtulmak için. Dünya şiiri takip edilebilir. Okuma çerçevesi genişleyen her şairin aşabileceği güdük bir düşünce bu. Sadece bir örnek verecek ve bu meseleyi geçeceğim.
Alan Brownjohn, bundan yüz bir yıl evvel, yani 1917 yılında yayımlanan Pitman'ın Sağduyulu Aritmetik Kitabı adlı eserinde şöyle bir şiir yazmış.

"28 bin kişilik bir ordunun,
Yüzde 15'i öldürüldü,
Yüzde 25'i yaralandı. Dövüşmek için
Geriye kaç kişi kaldığını hesaplayınız.

(Çeviren: Kaya Genç)

Yani bir metnin şiir olabilmesi için "şiirsel" dile yaklaşması gerekmez. Konuşma diliyle ve hatta mesleki ya da bilimsel jargonla da şiir yazılabilir. Tersini savunmak; akvaryumun ötesini tahayyül edemeyen balıklarla eşdeğer kılar kişiyi.

Dadır, benim "burcu oldum bütün mevsimlerin/ bir parkı doldurdum boşluklarımdan" dizesine getirdiğim eleştiriye; sanki ben "Bir park boşluklarla doldurulmaz" diye bir eleştiri getirmişim gibi cevap vermiş. Yukarıda bahsettiğim eleştiriyi manipüle etme meselesi tam da bu noktada başlıyor.
Oysa burada hatalı gördüğüm noktayı, okuyan herkesin net bir şekilde anlaması için bazı somut örneklerle desteklemiştim. Eleştirdiğim noktanın açık olduğunu düşündüğüm için bu nokta üzerinde fazla durmayacağım.

Dadır daha sonra başka bir eleştiri için, benim: "Günlük dilde kullanılan kelimeleri de şiirde kullanmak gerek" diye belirttiğimi ancak "yoktan yere" söyleyişini eleştirdiğimi yazmış. Oysa Dadır'ın da fark ettiği üzere bu söyleyişin halkta da fazla kullanılmadığını ve yanlış olduğunu yazdım. Eğer kitabın genelinde böyle bir yol izlenseydi üzerine yazmak gerekmezdi ancak sırf günlük kullanımda az da olsa var diye yanlış bir söyleyişi kullanmak bilinçli değildir diye düşünüyorum. Örneğin toplumun küçük bir kesimi"Sigara" kelimesine "Cuvara" diyor diye bu şekilde yazmak zorunda değiliz. "Cıgara" daha yaygın olduğu için tercih edilmiş ve edilebilir örneğin. Toplumun küçük bir bölümü "Yalnız " kelimesini "Yaluğuz" olarak kullanıyor diye alıp bu şekilde koymak gerekmez şiire. Ayrıca kitabın ya da tek bir şiirin bilinçli olarak bunu tercih ettiği durumlarda bu yanlış söyleyişler de kullanılabilir. Ancak Çöl Bahçıvanı kitabında bu minvalde bir ilerleme ya da örnek yok. O bağlamda kullanımın yanlışlığına işaret ettim eleştiride. "Günlük konuşma dilini savunuyor ama bakın burada da böyle demiş." benzeri bir cevap yine eleştiriyi manipüle etme çabasından kaynaklı ne yazık ki.

Dadır "çocuktan bir bakır ustası" dizesini; somuttan soyuta geçiş yapmak sureti ile bir imge oluşturduğunu belirterek savunmuş. Bu dizede temel olarak somuttan soyuta geçişten ziyade çocuk ve usta zıtlığı ile kurulan bir "şiirsel söyleyiş" var. "Çocuktan bir bakır ustası" ya da" Çocuk bir bakır ustası" somut değildir. Somut olması için bunun mümkün olması da gerekir.  Zaten soyut olan bir şeyi, yanlış kullanımı meşru kılmak adına somuttan soyuta geçirmek için yaptım demek yine eleştirilen noktayı manipüle etmektir.

Dadır, Yaratılış Destanı isimli şiirinde yer alan "ermeni aynalar" söylemine dair söylediklerimi "Ama okurun kafasını bulandıran bir imge, sırf okurun zihninde tam olarak canlanmıyor diye o imge yok sayılabilir mi?" diyerek cevaplamaya çalışmış. Ancak eleştiride bu söylem için imge çerçevesinde bir şey söylemedim. Bir yanlışa işaret ettim sadece. Evvela, ermeni aynalar ile neyi kast ettiğini düşündüm. Ardından buradaki dil kusuruna işaret ettim. Esasında Dadır şiir dilinde bunlar mümkündür diyerek geçebileceği bu eleştiriyi, benim işaret etmediğim bir noktaya çekerek cevaplamaya çalışmış. Bir şair dilerse bir ayakkabıyı Rus, bir alet çantasını Japon, bir pantolonu Arap, bir aynayı Ermeni yapabilir. Bunu bilinçli yapmakta bir beis görmüyorum. Ancak Dadır'ın aynayı Ermeni yapmasının bilinçli bir tercih olduğunu düşünmüyorum. Sadece konuşma dilinden uzaklaşıp "şiirsel" bir dil yakalama hevesi ile yapılmış basit bir hata. Eleştiride de imgesel bir bağlam sorgulaması yapmadım. Eleştirinin başında belirttiğim gibi "Dil çerçevesi içinde" eğildim. Elbette şair konuşma dilinden uzaklaşmak adına bu tür basit yöntemlerle şiir yazmaya devam edebilir.

Eleştiride Dadır'ın, Karanfil Sokağı'na Zeyl isimli şiirinde şu dizesini ele almıştım.

gece yırtılırken telaşa
yakın bir bahardan
küstüm çiçekleriyle kadın
nehri buladı göğüsleriyle

Dadır cevabında bulamak kelimesinin diğer anlamlarını vermiş. “sokmak, batırmak, kirletmek”

Her ne kadar istatistik bölümünde kadına bakış açısında gizli kalan bir çarpıklık olduğunu ifade etmiş olsam da, kadın göğüslerini bir nehri kirletecek denli kirli göreceğini düşünemedim Dadır'ın. Bulamak kelimesinin kirletmek ile eşdeğer kılındığı cümlelerde kirletilen, kirli olduğu düşünülen her ne ise ifade edilir. "Ellerini çamura buladı" ya da "ayaklarını pisliğe buladı" cümlelerine olduğu gibi. Dadır'ın Kadın göğsünü pis olarak niteleyebileceği aklıma gelmediği için bu noktadan yaklaşmamıştım dizeye. Elbette bu durumda dil hatası demek doğru olmaz fakat bakış açısının tuhaflığına dikkat çekilebilir.

Dadır diğer bir eleştiri meselesi olan "gönderme yapılan politik meseleler aşk şiirlerinin yanında meze olarak kalıyor ne yazık ki” cümleme karşılık olarak: "Toplumsal ya da politik meseleler benim şiirim için bir meze aracı olmamıştır hiçbir zaman. Bırakın meze aracı olmasını, bu meseleler benim şiirimin odak noktasındadır." demiş cevap yazısında. Kargaya yavrusu şahin görünürmüş derler malûm. Dadır dışında bunu odak noktası olarak görecek pek az kişi çıkar diye düşünüyorum. Çöl Bahçıvanı isimli kitabın içinde yer alan şiirlerin odak noktası" aşk, yalnızlık ya da cinsellik olabilir. Ufak göndermeler mevcut ancak dediğim gibi odak noktası demek doğru olmaz. Olmak zorunda da değil elbette ancak sadece bu politik göndermeler okurda: "olmasa da olurmuş" dedirtebilecek cinsten.

Dadır, kitaptaki kadın izleğine baktığım bölüme verdiği cevapta, bana hak verdiği noktayı belirttikten sonra; aslında kadına bakış açısının benim işaret ettiğim gibi olmadığını belirtmek için bazı dizelerden örnekler vermiş. Elbette bu bölüm öznel bir bakış açısı ışığında oluşmuştur fakat kitaba yayılan dil, sürekli uzuvları ile anılan bir kadın çıkarıyor önümüze. Yukarıda bahsettiğim "kadın göğsünün kirli görülmesi" meselesi de bu fikri perçinliyor. Feminist eleştiri prensipleri ile kitaba yaklaşan bir eleştirmen benim bu tezimi destekleyebilir ya da antitez sunabilir.
Zaten eleştiride, kelime adetlerini yazdığım bölüm; kitabın geneli ile ilgili fikirlerimi ifade etmek ve yazıyı renklendirmek için kaleme alındı. Ayrıca bu kelime adeti verme durumu da benim buluşum değil. Şiir üzerine nitelikli okuma yapanlar benzer şeylerin yapıldığını görür. Benim özel olarak yaptığım ise bu kelimelerden bazı sonuçlara ulaşmaya çalışmak oldu.

Dadır cevap yazısını şöyle bitirmiş: "Son olarak: şemsiye satıcısına da bir şeyler demek istiyorum: siz hem şemsiye yapın hem de şiir için uğraşmaya devam edin, çünkü şiir de biraz bozulan bir şeyi onarmak ve yenisini yapmak değil de nedir?"
Şemsiye satıcısı değil yalnız; şemsiye tamircisi olacak. İkisi farklı şeyler.
Yazımı, yine "şiirsel dil" kullanılmadan yazılmış bir şiirle sonlandırmak istiyorum. Yüksel Pazarkaya'nın, ilk baskısı 1996 yılında Açı Yayınları, ikinci baskısı ise 2017 yılında Dünyadan Çıkış Yayınları tarafından yapılan Somut Şiir isimli kitabındaki bir şiirin son bölümü şöyle:

4

şiirşiirşiirş

şiirim bıçağımdır

Devrim Horlu

15 Aralık 2018 Cumartesi

Uzun Metraj

Tüm seslerin ellerinden tuttum
Beni lunaparka götürsün diye dünya
Tank sesleri ve acıdan ağlayan
Çocukların seslerine çarptım sonra
Üç ay komada kaldım içimin verandasında

Ceketinin iç cebine saklandım zamanın
Günebakanlar refakat etti ruhumu
Kaybetmemem için. Kıyamam, ne de güzel
Soluyordu kuşları gökyüzü derinden

Kaç tane sigara yaktım bir türlü suyun
Temizleyemediği elleri görünce cam kutuda
Yeşil bir kir ki bu doğa anaya hakaret
Mecburdum dilimi üzmeye, gözlerimi
İt gibi çalıştırmaya, sonuçta insandık öyle ya!

Bombalar yutkunan hangi coğrafya var uzayda?

(Ve sayısız müteveffa, sayısız amenna
Müstahaklar, sopası olmayan Allahlı onaylamalar
Cürümler kadar dağlamalar… Ya dogmalar?)


İşte tüm seslerin ellerinden tuttum
Beni lunaparka götürsün diye dünya
Kadeh seslerine ve paradan semiren
Karunların göbeklerine çarptım sonra
Kaç yıl kaldım bilemedim ölüm ve yaşam arasında



Emre Gürkan Kanmaz


13 Aralık 2018 Perşembe

Çığlıkların Daima Spam Klasörüne Düşecek


            Cinnetini erken geçirmiş İstanbul'un dingin bir öğleden sonrasında yataktan kalkıyorsun. Perde aralığından baktığın dünyada, her şey yolunda görünüyor. Bugün açılış var. İki hafta ne çabuk geçti değil mi? Çektiğin fotoğrafları internette gören bilindik bir fotoğrafçı sana mesaj atmıştı. Ne de olsa artık herkesin, ödediği internet faturasıyla açabildiği kişisel sergi alanı var. Yüklediğin artistik fotoğraflar; bol görüntülenme ve bol beğeni alıyordu almasına da, seni asıl coşkulandıran ve meranın rahatlatan rüzgarlarını tattıran o mesajı okuduğunda, sigorta-maaş manyağı ailenin aleni geri vites yapacağını düşünmüştün. Şehrin kirli sakallı – ve yaş haddinden- ünlü sanatçısı, çektiğin fotoğrafları takdir ediyor, mümkünse seninle tanışmak istiyordu. Bugün açılacak karma serginin şatafatlı özel kokteyline davetliydin.

            Telaşe mahal vermeden hazırlanıyorsun. Uzun süredir nasıl göründüğünü umursamamana rağmen bugün en sevdiğin böcekli bluzunu giyip altına lacivert dar kotunu çekiyorsun. Duru bir makyaj yaptıktan sonra birazcık da saçlarınla oynuyorsun. Sol memen biraz sızlıyor, bir iki güne kalmadan regl olacaksın.

            Şirinevler meydanı sana ilk kez bu kadar şirin görünüyor. Kozmik saçmalığa bulaşmak için daha ideal bir gün olamaz heralde diye düşünüyorsun.

            Metrobüste yine boş koltuğa toslayamıyorsun. Körükte, tutacak demiri zorlukla bulup oklava yutmuşcasına bir hazırol modundayken, ansızın aklına annen baban geliyor. Seneler önce, kasvetli bir aile toplaşmasında, ben fotoğrafçı olacağım dediğinde, dehşetle karışık korkulu yüz ifadelerini hatırlıyorsun. Onların gözünde, kayıtlı olduğun Jeoloji Mühendisliği lisansını bitirmen bütün dertleri sona erdirecekti. Hobi kelimesini çok seviyorlardı. Allem edip kallem edip o makineyi aldırmıştın, lens almak için çalışmak zorunda kalmıştın, deklanşöre basmak uğruna okulunu uzatmıştın. .
           
            Akşam tanışacağın, sanatına değer veren adamın, taşaklı bir ajansla iş yaptığını biliyorsun. Buradan para kazanma yolun da açık. Şans yüzüne öyle bir gülüyor ki saçılan tükürükler yüzüne yapışıyor.

            İstiklal'e giriyorsun. Erkencisin. Serginin açılışına daha saatler var.

            Geçen sene Nevizade'deki garson olarak çalıştığın bara gitmek aklına geliyor. Orada sana birayı indirimli fiyattan veriyorlar. Dört kat merdiven çıkmak seni yoruyor. Servis elemanları değişmiş ama barmen Sarı her zamanki yerinde duruyor. Eski günlerden muhabbet, hasbihal, şakalar derken üç birayı deviriyorsun. Bir tane daha. Hadi bunu da doldur.

            Sonra kıvırcık saçları ile Özge geliyor ve rejisör, gişede çakılmaya mahkum filminin çetrefilli finalini çekmeye başlıyor. Tehlike çanlarının asabi melodilerini işitiyorsun. Yıllar önceki ekürin Özge, tüm günahlarıyla sana katılıyor.  Yıllardır internetten bile halini hatrını sormadığın, ne bok yediği umrunda olmayan Özge'yle, beş yıl önce aynı evde yaşadığın o dönemlerdeki gibi cıvık bir samimiyet kuruyorsun. Onunla da biraz daha içiyorsun. Telefonuna bakıyorsun. Açılışa hâlâ saatler var. Bir bira daha söyledin. Artık sarhoşsun. Etrafa paraflaş kahkahalar saçıyorsun. Özge, cebinden çıkardığı hapları avucunun içinde sana uzatıyor.

            Uh-oh.

            Ne bok yiyeceksin şimdi?
            Hiç bir şey. Çünkü kafan gidik. Hap atmayalı da üç ay olmuş.

            Tereddüt etmeksizin yutuyorsun hapı. Özge'yle bardan kalkıyorsun. İki muzır genç kız, Beyoğlu'nu adeta yırtıyorsunuz. Şekerler patlıyor ve her gördüğünüz şeyin çekiciliğine büyülenmişcesine bakıyorsunuz. Led tabelalar ilk defa hoşunuza gidiyor. Lise koridorlarındaki gibi kol kola yürüyorsunuz. Kanat ve Fındık'ın üç kulfallah okunmuş ruhları bedenlerinize sirayet etmiş. Hiçbir şey umrunuzda değil, olamaz da zaten. Barındırdığınız tüm acılar kafesten çıkaran haplar için Özge'ye teşekkür ediyorsun.

            Gezi parkı çimlerindesiniz. Saatine bakıyorsun. Sergi demin açılmış. Seri adımların planlayıcısı kıyak kafalarla Cihangir'e varıyorsunuz.

            Galerinin önündeki sanatsevici kalabalığı umursamadan kapı önüne geliyorsunuz. Can sıkıcı  bir probleminiz var. Kapıya diktikleri kiralık izbandut. Bu vitaminli davarın iki aciz misyonu var; alkol tırtıklayıcılarını içeri almamak ve mühim davetlileri güvende hissettirmek... Lavuğun ansızın uzayan eli, geçmenize müsade etmiyor. Nazikçe sana diyor ki: "Hanımefendi. Davetiyenizi görebilir miyim?" Budala gibi bakıyorsun ona, davetli olduğundan bahsediyorsun. Adam yokuş yapıyor, çünkü adam mahallede büyümüş, çünkü adam cayır cayır patladığınızın farkında, çünkü adam sizin bedava şarap peşinde olduğunuzu düşünüyor. En nihayetinde seni davet eden fotoğrafçının adını veriyorsun. İzbandut içeri giriyor. Çok utanıyorsun, fazla utanıyorsun, kapı önündeki herkes sana, Uranüs olmuş gözbebeklerine, yüksek voltajlı cereyana maruz kalmış zangır zangır titreyen çenene bakıyor. O anda farkediyorsun garip göründüğünü. Özge'ye bakıyorsun ve eğer sen de aşağı yukarı öyle görünüyorsan büyük bir utanç sebebi olduğunuzu düşünüyorsun.

            Hiperaktif yarı koma halinizle, İzbandut dönmeden ayrılıyorsunuz mekan önünden. Geleceğe sıçramayı erteliyorsun. "N'olcak ki başka zaman tanışırım."

            Sıraselviler'den meydana doğru yollanırken; şans kapının maymuncuğunu denize fırlattığını çoktan unutmuşsun. Alman Hastanesini geçtiğinde, iki adım önünde, işe geç kalmış gibi koşuşturan Özge'nin omzuna dokunuyorsun. Serotonin yüklü çehresiyle sana dönüyor. Ona diyorsun ki: "Birer tane daha atalım mı?"

            Ve artık bilmem kaçıncı kez tekrarlanan yegane döngüyle baş başasın. Aldığın keyif şüphesiz kara delikler doldurur ama götürdüklerinin muhasebesini kim tutacak? Gül, sevgi ve diken üçgeni. Gülün müthiş koktuğuna şüphe yok. Dikenin battığını hissetmiyorsun. Sanki demir zırhlıymışsın gibi.

            Bilemiyorum, belki de manevi anestezi.


Volkan Yalçın

11 Aralık 2018 Salı

İnceliksiz Şiir

İnceliksiz, dişlenmiş yeşil eriktim
Kestikleri
En dip yeriydi
Hüznümün

Buldular
Saklandığım tüm tenhaları
Kendime yeni tarihler edindim
İşi kan olan adamlardan
Bedrettinin kaderinden bahsetmek istiyorum
Nehre dökülen kitaplardan
Gece yarısı yıldızlı bir damda
yeni doğan bir çocuğa karşı
Oğlu dövülerek öldürülen annelerden
Tarihin yanılgılarla dolu
Süt kokulu nasihatlerinden
Bıktım
Bıktım
Bıktım
Desem üç kez
Bıraksam elleri terli sıkıntıları
Ceviz kabuğu gibi dayanıklılık kazanacak
Gözümde beklemek dediğim bilinmez

Kestiğim saçlarımdan bahsetmek istiyorum
Tümden değil
Makas makas
Azar azar
Kahkül diyorlar böylesine
Ben tükenmenin telafisi demesem de
Uzayacak nasipsiz

Edindiğim bu yeniliğin içinde
Tersine oturmuş
Mavi bir sandalyeden bahsetmeliyim
Üzeri çiçeksiz çiçeklerle dolu
Biri çay bardağında
Bardak rakısız çaysız
Kök vermek için çiçeğe
Her yana uzak bir durak yerisin diyorum
Gönlüm vakit dolmadan
bend olma kendine
Kardeşim ol
Oyun zamanı zeytin doldur ceplerine

Birgül Turan

9 Aralık 2018 Pazar

Süte Kan Sıçradı

Bu öykü, gerçek bir olayın gölgesinde şekillenmiştir. Öyküyü okumadan evvel aşağıdaki bağlantıya ulaşarak 2011 yılında yaşanan elim hadiseyi okumanız önemle rica olunur.

Bağlantıya ulaşamayanlar için öykünün sonuna haberin içeriğini ekliyoruz.


Hava kurşun gibi ağır. İpler gıcırdıyor. Bedenler yavaş yavaş katılaşıyor. Ayaklar kıvrılıyor. Soluk alamayan ciğerler iflas ediyor. Parmaklar acıyla açılıp kapanıyor. İfadeler çarpılıyor. Bedenler sarsılıyor. Hava kurşun gibi ağır. Ölüm rüzgârın kanadına binmiş, bağ evini tavaf ediyor.

    ***

I.

Raden / Su
İçeri aldılar bizi teker teker.  Otuz bir yaşında koca adamım, diğerleri yirmilerinin başlarında ufacık çocuklar. Berbat hissediyorum. Neden ağlayamadan giremedim kışlanın kapısından içeriye? Uzun uzun sarıldım anneme, sevgilime, kardeşlerime. İstanbul bildiğim bir şehir; ailemle Gaziantep’ten sık sık gelip gezdiğimiz. Askerlik yapmak içinse nasıl bir yer hiç bilmiyorum. Belki de fazla bekledim askere gelmek için. İlk celple beraber gelecektim…
Karanlık çöktü. Yatakhanedeyim şimdi. Korkuyorum. Evden uzakta ilk gecem. Hava soğuk. Kafam alabildiğine karışık. Yalnızca iki kişi geçiyor aklımdan Özlem ve annem. Onların varlığı ayakta tutuyor beni. Sevgilimin adı ilk defa burada bu kadar anlamlı geliyor. Nasıl uykuya dalacağımı bilmiyorum ama uyumak zorundayım.

Rulin /Hava
Beni ne ayakta tutuyor diye düşünüyorum hep. Annem mi? Babam mı? Kardeşlerim mi? Okuduğum kitaplar mı? Ne? Neden yaşıyorum? Neyi bekliyorum? Kafamın içinde yalnızca sorular var. Bu sorulara bir cevap bulabilsem her şey netleşecek. Sorular beynimin içinde dolaşmaktan vazgeçecek; gri hücrelerin arasında eriyecek ama yok, olmuyor. Sorular bitmiyor. Eskiden yalnızca merak ettiğim için yaşardım. Bir adım sonra ne olacak diye. Hep bir umut. Yarın uyandığımda ne olacak? Yeni bir gün, yeni bir umut? "Hayat hep tekdüze devam edemez," diyorum kendime. Muhakkak beni şaşırtacak bir şey olacak. Bir şey olsun! İyi, kötü, doğru veya yanlış. Bir şey. Artık umut da kalmadı Rulin. Ne yapacaksın?

Sajen / Toprak
Benim güzel çocukluğum. Benim güzel kardeşlerim. Işıltılı geçmişim. Işıltılı geçmişime kara bir bulut gibi giren annem. Raden Abim, Rulin Ablam ve Beraris’im, benim sevimli küçük erkek kardeşim. Kuzenlerim Enar ve Sajel. Kötü kalplı üvey annenin iki kızı, üvey ablalarım Seyla ve Berja. Çocukluğumun kâbusları. Evdeki külkedileri bizlerdik. Neden iyilik perisi bize hiç görünmedi? Neden o baloya hiç gidemedik?

Beraris / Ateş
Benimkisi mutlak mutluluk hali. Ağabeyim askere gittiğinden beri evdeki tek erkek benim. Annemin tek gerçek evladı. Zaten en çok beni sevdi hep. Diğerleri kabullenemeseler de tek gerçek aşkı bendim annemin. Kızlar hep kıskandılar. Raden hep kıskandı ama annem en çok beni sevdi. Ben de annemi. Birçok kızla beraber oldum ama hepsi gereksiz mahlûklardı. Aptal ya da salağa yatan, akılları bacak aralarında. Samimiyetsiz ve vıcık vıcık. Annemdeki tatlı mesafeyi hiçbirinde göremedim. Kendilerine “siz” diye hitap ettiğimde “Ne siz’i hangi yılda kaldın Allah aşkına sen?” diye gülenler, benim hayatta en değerli varlığım olan anneme bile “siz” diye seslendiğimi nereden bilecekler? Sizinle aynı dünyada yaşamıyorum. Ben böyle mutluyum. Yalnız ben ve annem.

II.

Raden / Su
Asker ocağı, peygamber ocağı. Ben anne kucağını özlüyorum. Sabahın köründe uyanışlar. Gecenin en karanlık vaktinde, sessizliğin içinde, yalnız başına tutulan nöbetler. Medeniyetin beşiğinde kendi yarattığımız canavarlardan mı korkuyoruz? Ne için karanlığın içinde duruyorum ben? Neden karanlıkta elimde bir silahla bekliyorum. Çok değil, birkaç metre uzağımda şehir tüm ışıklarıyla tutuşmuş. Özlem, dilime yapışmış. Bir dua gibi tekrarlıyorum adını. Sonra tüm korkularım gün yüzüne çıkıyor, güneşin doğuşuyla beraber. Kendi içimde yoğurduğum yalnızlık korkum. Ya beni terk ederse, ya yalnız kalırsam. Ya güneş doğmazsa bir gün sonra? Ya bırakırsa? Ya?..

Rulin /Hava
Geceleri uyumayı bıraktın artık. Bu evi de bırak. Bu evrende seni anlayan, seni anlayabilecek kimse yok Rulin. Adın gibi sen de teksin. Geceleri uyumayı bıraktım artık Rulin. Seninle konuşmayalı çok oldu. Kahve yapıyorum artık sabahları kendime, bahçeye çıkıyorum. Tam güneş doğmadan evvel her şeyin koyu karanlığa gömüldüğü o vakitler gökyüzünü izliyorum. Sonra güneş doğuyor Rulin. O devasa ateş topu, bir rahimden çıkar gibi etrafını tutuşturarak doğuyor dağların arasından. Kavruluyor acıyla gözlerim, dakikalarca bakıyorum ona, yükselene dek. Sonunda başımı ne yana çevirsem bembeyaz bir karanlık kalıyor. Toprağa uzanıyorum, çimlerin serinliği yaşadığımı hissettiriyor. Karnımda bir sıcaklık hissediyorum, kasıklarıma iniyor. Parmaklarım geceliğimin altında, bacak aramda dolaşıyor. Nefes alıp veriyorum. Daha hızlı nefes alıp veriyorum. Düşlerimde kimse yok Rulin. Haz dalgalar hâlinde geliyor. Sonrası derin bir yalnızlık ve fark ediş.  Tekrar ve tekrar. Toprakta kasılıp kalıyorum. Belki beni içine çeker bir gün. Belki kaybolurum derininde diye. Yorgun ve üzgün uykuya dalıyorum.

Sajen / Toprak
Bakışları nasıl da nefret dolu. Sanki senin çocukların değiliz Neyran Hanım. Tabii ki kahveni ayağına kadar getiririm Neyran Hanım. Banyo için suyu ısıtırım Neyran Hanım. Senden nefret ediyorum Neyran Hanım. Bu evin içinde kısılıp kaldım. Yaşayamıyorum ben. Oysa geçmiş ne güzeldi. Çocukluğumuzda hiç bitmeyeceğini sandığım oyunlar oynardık. Var gücümüzle kaleye koşardık. Kaleye giden, dokunulmaz olurdu. Büyüyünce de değişen pek bir şey olmadı. Kimi zaman hayattan, kimi zaman kendimizden, insanlardan, ebeveynlerimizden kaçtık ve sığındık kalemize. Peki bu ev, kale mi hapishane mi? Bize büyü mü yaptın Neyran Hanım? Beni kölen mi yaptın? Nefret ediyorum Gaziantep’ten, bu evden, senden!

Beraris / Ateş
Uyurken onu izliyorum. Benim tanrıçam. 63 yaşında ama hâlâ genç kızlardan daha güzel. Adının anlamında saklı güzelliği "akan nehir". Ona her baktığımda farklı bir ışıltısını yakalamam bundan mı acaba? Baktığım aynı nehir ama akan su sürekli değişiyor. Zaman ona dokunuyor ama yaşlandırmıyor, güzelleştiriyor. Annem, kadının bendeki karşılığı. Ellerini kendisini kutsarmış gibi göğsünde bitiştirmiş, uyuyor. Gökyüzüyle bağları var onun. Kimse olmasın diyorum dünyada, ben sana bakayım Neyran. Göğsünde yatayım. İçine al beni tekrar, içine, içine, içine... Hiç dışarı çıkmayayım.

III.

Raden / Su
Burayı bir defa görsen her şeyi anlayacaksın Özlem. Askerlik ne demek kavrayacaksın. Doğuda askerlik yapmakla batıda askerlik yapmanın artık hava sıcaklığı dışında hiçbir farkı yok. Sen yatağına istediğin gibi uzanıp uyurken, gecenin bir yarısı, karanlığın ortasında, elimdeki tüfekle bekleyen benim. Bilemezsin o kuzguni karanlığın içinde aklına düşecekleri. En karanlık korkuların, en olmayacak senaryoların, en iğrenç kurguların çıkarlar yavaş yavaş beynindeki kuyudan dışarı. Sen hâkim olamazsın düşüncelerine. Yapışıp kalırlar ve bir gün hiç olmayacak bir zamanda dışarı çıkarlar bir yılanın dili gibi. Benim ağzımdan çıkarlar ve sen duyarsın. Benden nefret edersin Özlem. Beni anlayamazsın Özlem. Kafamın içini göremezsin Özlem. Kafamın içinde senden başka hiçbir şey yok. Annem bile silinip gitti senden sonra. Gözümü kapatsam da açsam da sen varsın yalnızca. Sen geri dönsen Özlem. Sen benim olsan yine. Annem ölse de izin verseler keşke Özlem. Seni görsem son bir kere.

Rulin /Hava
Elimde bir defter, defterde rakamlar, kelimeler. Bu tarihler neler? Bu kelimeler kimin kelimeleri? Mutluluk ne kadar uzak, buradan kaç kilometre? Mutluluk İstanbul’da mı? Annem neden hasta? Astım nedir? İnsan neden nefes almak zorundadır? Bu evden ayrılmak şart mıdır? Bedenimizden ayrılmak zor mudur? Ben bu dünyayı çok mu seviyorum, hiç mi? Bu arabada ne işim var benim? Dişlerimin dudaklarımda ne işi var benim. Bu sıcak sıcak akan kanın tuzlu tadı ne güzel. Sıcaklık ne güzel. Kollarıma batırdığım tırnaklarım ne güzel. Acıyan canım ne güzel. Boğazımdan çıkan çığlıklar ne güzel. Annem öldü. Ne güzel!

Sajen / Toprak
İstanbul bu sefer bize ihtiyacımız olanı ver. Onun ruhunu al, bedenini ver. Nefes almak için geldi senin topraklarına. Nefesini al, cesedini ver. Bakışları tavanda asılı kalsın. Canı çıksın boynundan, son nefesiyle bize sonsuz huzuru ver. O içeride şimdi. Son hâlinin resmini yapıyorum ellerimdeki küçük deftere. Canımın içi Beraris’im, defterdeki anneciğine bakıp ağlıyor. O daha çocuk, bilmiyor. Onun ölümüyle güzelleşeceğiz, bilmiyor. Üzerimizdeki büyüden kurtulacağız. Dünya çok güzel olacak. Kalemlerim artık daha renkli boyayacak. Zihnimiz berraklaşacak. Sen de özgür olacaksın kardeşim. O olmayınca hayat bizim olacak. Asansörden inmeden duymaya başladım feryatlarını. Annem ölmüş, Beraris haykırmış, dünya varmış. Dünya bize kalmış.

Beraris / Ateş
O ölürse yaşayamam. Yaşayamayız biz. Bir haftadır burada bu hastanedeyim. Bir haftadır bir lokma yemek geçmedi boğazımdan. O iyileşecek. Dünya onunla güzel. O yaşayacak. Hep yaşayacak. Benim annem, benim tanrıçam, benim hayatımın anlamı yaşayacak. Biz öleceğiz, o yaşayacak. Biz de öleceğiz; yanına gideceğiz. O öldüyse biz de öleceğiz. Hepimiz öleceğiz.

IIII.

Raden / Su
Bu sabah keşke hiç uyanmasaydım. Keşke gözlerimi açmasaydım. Başçavuş “Metin ol oğlum,” demeseydi.  Onu öldürdüğümü öğrenmeseydim. Annemi öldürdüm. Bilmeseydim. Annemi öldürdüm. Öğrenmeseydim. Annemi öldürdüm. Demeseydim. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Annemi öldürdüm. Şimdi sıra benim.

Rulin /Hava
Şimdi ne yapacağız. Toprak onu alacak. Ben ne olacağım? Beraris bizimle beraber gitmek istiyor.  “Hep beraber gidersek canımız yanmaz,” diyor. Çürüyorum ben. Kök salamadım hiçbir yere. Ne anlamı var hayatın ya da ölümün? Ne anlamı var tüm bu yaşananların? Şimdi bağ evinde yanan mumun ışığında otururken söylenen hiçbir şey umurumda değil. Hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Gideceksek eğer hep beraber; gitmemiz gerekiyorsa ceset daha fazla soğumadan, gidelim. Ölümü bekletmeyelim…

Sajen / Toprak
Nefes alamıyorum. Rüzgâr burnumdan ciğerlerime doluyor ama nefes alamıyorum. Aptal Beraris! Aptal kardeşlerim! Aptallar! Kendilerini öldürecekler. Onlar olmadan yaşayamam. Çok üzgünler. Rulin, doğduğu günden beri. Beraris, annem öldüğünden beri. Raden, askerden izin alıp yanımıza geldiğinden beri üzgün. Bizim güzel çocukluğumuz. Beraris’in dediği gibi, çocukluğumuza gidecek miyiz öldüğümüzde? Hepimiz hayalini kurduğumuz cennette mi yaşayacağız. Ben hep çocuk mu kalacağım. Kardeşlerimle çocukluğumun kırlarında mı koşacağım? Beraris, bu kadar güzel konuşmasan keşke. Beraris, dudaklarından dökülen her hece, gece kadar karanlık. Karanlığı bu kadar sevmeseydim keşke…

Beraris / Ateş
O aramızdan ayrılalı altı gün oluyor. Koskoca altı gün. Daha fazla bekletmemeliyiz annemi. Onu çok özledik hepimiz. Çocukların seni kucaklamak için yanına geliyor anne. İlmeği boynuma geçireceğim ve güzel kokunla koynunda uyanacağım yine. Kollarını aç anne, çocukların geliyor. Doğum bizi buluşturmuştu, ölüm kavuşturuyor.

                                                                                 ***


Hava kurşun gibi ağır. İpler gıcırdıyor. Bedenler yavaş yavaş katılaşıyor. Ayaklar kıvrılıyor. Soluk alamayan ciğerler iflas ediyor. Parmaklar acıyla açılıp kapanıyor. İfadeler çarpılıyor. Bedenler sarsılıyor. Hava kurşun gibi ağır. Ölüm rüzgârın kanadına binmiş, bağ evini tavaf ediyor.

Neyran, Raden, Rulin, Sajen ve Beraris Sağocak'ın aziz hatırasına saygı, Nejdet Sağocak'ın acısına tüm kalbî duygularımla ortak olarak...

Burak Albayrak

https://www.mynet.com/boyle-bir-aciyi-hak-etmedim-110100573917

Böyle bir acıyı hak etmedim!

Kahramanmaraş'ta intihar eden 4 kardeşin babası Nejdet Sağocak ilk kez konuştu.

Eşini ve 4 evladını bir hafta içinde kaybeden K.Maraşlı Nejdet Sağocak: Anneleri ağacın gövdesiydi, çocuklar da dalları. O ölünce dallar da kurudu. Defalarca konuştum ama olmadı. Üzerimden 5 ton ağırlık geçmiş gibiyim...

Türkiye, nisan ayında Kahramanmaraş'tan gelen bir haberle sarsıldı. Annelerinin ölümünün ardından canlarına kıyan 4 kardeş; Raden (31), Rulin (30), Sajen (27) ve Beraris (26) günlerce manşetlerden inmedi. Önce 32 yıllık eşi Neyran Sağocak'ı ardından da çocuklarını bir hafta içinde kaybeden avukat Nejdet Sağocak, ilk kez SABAH'a konuştu. Evinin bahçesinden kestirdiği gülleri intihar eden çocuklarına benzeten baba Sağocak hislerini, "Her şey bir emekle meydana geliyor. Bu güller gibi. Onlar da emekle büyümüş pırıl pırıl gençlerdi. Bir ağaç düşünün. Anne gövde, bunlar kolları. Gövde kuruyunca onlar da kurudular" diye anlattı.
ANNE İSTANBUL'DA HASTALANDI Dört kardeşi intihara sürükleyen travmayı, 63 yaşındaki anne Neyran Sağocak'ın ölümü tetikledi. Kahramanmaraşlı avukat Nejdet Sağocak'ın eşi, ikisi ilk evliliğinden 6 çocuk annesi heykeltıraş ve ressam Neyran Sağocak, İstanbul'da askerlik yapan oğlu Raden'i ziyaret için İstanbul'a gitti. Fakat burada rahatsızlanınca diğer çocukları ve eşi de yanına gitti. Astım teşhisi konulan anne tüm müdahalelere rağmen 15 Nisan'da hayatını kaybetti. Annelerinin cenazesini toprağa veren kardeşler, Kahramanmaraş'a döndü. Acılarını biraz olsun dindirmek için şehrin 5 km. dışında, Dereli köyü yanındaki yazlık eve yerleşti. 21 Nisan gecesi de kendilerini asarak intihar ettiler.
'GÜLLER GİBİ EMEKLE BÜYÜTTÜK ONLARI'
35 yıllık avukat Nejdet Sağocak'ı bürosundan evine dönerken görüp konuşma talebimizi ilettik. Önce, görüşemeyeceğini ancak düşüncelerini kaleme alıp yazılı olarak verebileceğini belirtti. Kendi el yazısıyla, "Bu acıyla bitmesine rağmen tekrar dünyaya gelsem yine Neyran'la evlenirdim. Neyran çocukların her sorunuyla ilgilenen, yeri geldiğinde anne yeri geldiğinde arkadaş olabilen, üzerlerine baskı kurmadan, özgürlüklerini yaşamlarına özen göstererek bunu yapan bir anneydi" diye yazan acılı baba, daha sonra konuşmaya razı oldu. Abdülhamithan Mahallesi'ndeki 3 katlı müstakil evinde 3.5 saat boyunca SABAH'a içini döktü. Evinin bahçesinden kestirdiği kırmızı, beyaz, pembe ve sarı gülleri intihar eden çocuklarına benzeten Sağocak, "Her şey emekle meydana geliyor. Bu güller gibi. Onlar da emekle büyümüş pırıl pırıl gençlerdi" diye başladı söze.
'SİZ YAŞARSANIZ ANNENİZ DE YAŞAR'
Anneleri öldükten sonra çocuklarını karşısına alıp, uzun uzun konuştuğunu anlatan Nejdet Sağocak şunları anlattı: "Eşimin sağlığına kavuşması için çocuklarım ve ben çok çaba gösterdik. 'Ölenle ölünmez. Ölüme meydan okumak yaşamakla başarılır. Anneleri ölür, çocuklar yaşarsa annelerini ölümsüzleştirirler. Babalar ölür, çocuklar yaşayarak soyunu devam ettirirler. Siz yaşarsanız anneniz yaşar' diye konuştum. Ama olmadı." Baba Nejdet Sağocak, acısını ise şöyle özetledi: "Bir hafta içinde hem hayat arkadaşımı hem de pırıl pırıl çocuklarımı kaybettim. Bir insanın dayanacağı acı değil. Ben dayanmaya çalışıyorum. Dayanmak için mücadele ediyorum. En büyük acıyı yaşıyorum ama böyle bir cezayı hiç hak etmedim. Üzerimden 5 bin ton ağırlık geçmiş gibi kendimi yorgun hissediyorum." Avukat Nejdet Sağocak çocuklarını anlatırken de gözleri doluyor: "Hepsi kitap kurduydu. Zeki, becerikli, azimli ve kabiliyetli gençlerdi. Bir baba olarak onlar için yapılması gereken her şeyi yaptım. Tanıyan herkesin arkadaşlık yapmaktan mutlu olduğu gençlerdi. Her biri, güzel sanatlarda, moda tasarımında, briçte, hakemlikte, birden fazla sertifika alacak kadar üstün yetenekli gençlerdi." Eşi Neyran Sağocak'ı ağaca, çocuklarını ise onun dallarına benzeten baba Sağocak, "Gövde kuruyunca onlar da kurudu. Sevgi ve şefkat dahil hayata tutunabilmeleri için istedikleri her şeyi verdim. Annelerini kaybetmelerinin ardından bir şey yapacaklarını tahmin ediyordum ama bu kadarını beklemiyordum" diye konuştu.
Raden, bölüğünün en sevilen askeriydi
Aile olarak anti sosyal yaşantıları olduğu yönündeki düşüncelerin yanlış olduğunu söyleyen Sağocak bir de örnek veriyor: "En basit örnek, askerden başsağlığına gelen komutanı Raden için 'Bölüğümün en sevilen, en girişken askeriydi. Bölük içinde anket yaptık. 'Birinizi erken terhis yapsak kimin terhis olmasını istersiniz' diye sorduk. Tüm bölük Raden'i yazmıştı. Anti sosyal bir yaşantı olsa böyle mi çıkardı anketin sonucu?.."
'İsimlerde, tarikat izi aramak yanlış'
Çocuklarının isimlerinden yola çıkarak olayda tarikat izi aranmasına tepki gösteren Nejdet Sağocak, o isimlerin ve ailelerinin hikâyesini şöyle anlattı: "O isimler çok ama çok anlamlı. Anneleriyle birlikte çok düşünerek o isimleri bulup çocuklarımıza verdik. Raden 'adalet Tanrısı', Beraris 'temiz kalp', Rulin ise 'değişim' anlamlarına geliyor. Ölümün nedenini isimlerde aramak yanlış. Nedeni açık. Çocukların annelerine olan aşırı bağlılığı... Ölümsüz düşündükleri annelerini kaybetmek ve artık yaşanmayacağını düşünmenin yarattığı travma... Sağocak Ailesi Cumhuriyet'i kuran ailelerden biridir. Kurtuluş Savaşı'nda eşimin dedesi 'Maraş bize mezar olmadan düşmana Gülizar olamaz' diyen kişidir. Kayınvalidem Mevhibe Fettahoğlu da Cumhuriyet'in ilk kadın öğretmenlerinden."
Kahramanmaraş'ta Raden (31), Rulin (30), Sajen (27) ve Beraris (26) isimli dört kardeşin toplu intiharının altından, sıra dışı bir aile çıktı. Baba, şehrin köklü ailelerinden birinin, başarılı bir avukat olan oğlu Nejdet Sağocak'tı. Anne ise daha önceki evliliğinden 2 çocuğu olan heykeltıraş- ressam Neyran Sağocak. 1978'de Ankara'da evlenen ve 1980'de, Neyran Sağocak'ın ilk eşinden olan kızları Seyla (38) ve Serja (35) ile birlikte Kahramanmaraş'a yerleşen aile, dışa kapalı bir hayat yaşıyordu. Abdülhamithan Mahallesi'ndeki 3 katlı müstakil ev, yüksek duvarlarla dış dünyadan ayrılıyordu. Şehrin 5 kilometre dışındaki bağ evi de etraftan soyutlanmış, dikenli tellerle çevrilmişti. Komşuları, akrabaları dahil hiç kimseyle iletişim kurmuyorlardı. Çocukların hiçbiri evlenmemiş, eğitim dışında evden ayrılmamıştı. Yakın çevreden alınan bilgiye göre baba, işi gereği "dışarı" ile bağlantılıydı, ancak ailesi konusunda konuşmuyor, onlarla birlikte sosyal ortamlara girmiyordu. Aile bağları "şaşırtıcı" derecede güçlüydü; birbirlerinden zorunlu olmadıkça ayrılmıyorlardı. Neyran Sağocak (63) 15 gün önce İstanbul'da askerlik yapan oğlu Raden'i ziyarete gitti. Burada rahatsızlanınca diğer çocukları ve eşi de yanına geldi. Hastanedeki tedavi süreci ve tüm müdahalelere rağmen Neyran Sağocak hayatını kaybetti. Eşi ve çocuklarının katıldığı törenle, geçen cumartesi Karacaahmet Mezarlığı'nda defnedildi. 3 kardeş Kahramanmaraş'a döndü. Birliğinden izin alan Raden de onlara katıldı.
'ÖLSEK YANINA GİDER MİYİZ?'
Ancak dört kardeşin psikolojisi bozuldu. Annelerinin hatıralarından kaçmak için Dereli köyü yanındaki bağ evine yerleştiler. "Biz de ölürsek annemizin yanına gidebilir miyiz?" diye konuşmaya başladılar. Salı günü mutfaktaki tüpü açan kardeşler, toplu intihara kalkıştı. Ancak bağ evinin hizmetlisi Hayri Tepebaşı gençleri son anda kurtardı. Nejdet Sağocak, Tepebaşı'na gözetim görevi vererek evdeki kesici ve tehlikeli eşyaları attırdı. Ancak önceki gün 5'er metrelik 4 adet ip satın alan çocuklar, akşama doğru "Karnımız acıktı, bize şehirden yemek getir" diyerek görevliyi bağ evinden uzaklaştırdı. Bahçedeki araçlarının radyolarını açarak sesi en yüksek seviyeye getiren kardeşler bağ evinin 4 odasına dağıldı. Ve ipleri tavana asıp aynı anda, birbirlerini görmeyecek noktalarda yaşamlarına son verdiler. Eve dönen Tepebaşı, müziğin sesini duyunca bir terslik olduğunu anladı. Eve girdiğinde, Beraris'in cesedini girişte, Raden'in cesedini sağ taraftaki odada, Sajen'in cesedini arka odada, Rulin'in cesedini ise üst kattaki odada buldu.
'İçlerinden biri karar alır, diğerleri uyardı'
Babanın iş ortağı avukat Emine Ağaoğlu ailenin içine kapanık olduğunu, çocukların annelerine çok ama çok düşkün olduğunu belirterek, "Hatıralardan kaçmak için bağ evinde kalıyorlardı. Annelerinin ölümünü kabullenemediler. Çok zeki ve yetenekli çocuklardı. Çok radikal kararlar alabilecek, değişik karakterde çocuklardı. Sıradan insan değillerdi. Hayata bakış açıları çok farklıydı. Bu 4 kardeşin birbirleri arasındaki bağlar da çok kuvvetliydi. Biri karar aldığında diğeri tartışmaksızın buna uyardı" diye konuştu. Baba Sağocak'ın ailesinden hiç bahsetmediğini belirten Ağaoğlu, "Anneleri öldükten sonra Nejdet Bey, 'Ben iyiyim ama çocukları avutamıyoruz' serzenişinde bulunuyordu" dedi. Baba Sağocak'ın dostlarından müteahhit Mahir Güller de ailenin kapalı bir kutu olduğunun altını çizerek, "Aileyle ilgili kimse bir şey bilmez, ayrıca merak da etmezdi. Nejdet de anlatmazdı zaten. Ailesi onun için çok özeldi. Bildiğim bir şey varsa, ailesine çok ama çok düşkün bir insan olmasıydı" dedi.
'Sürekli bahçede dolaşıp, konuşuyorlardı'
Abdülhamithan Mahallesi'nin muhtarı olan ve aynı zamanda Sağocak ailesinin evlerine en yakın marketi işleten Ahmet Fındık da "Dünyaları, o evin içiydi. Kimseye bir zararları yoktu. Çok konuşkan değillerdi. 40 defa gelseler belki birinde 'Merhaba' veya 'Hoşçakal' derlerdi" diye konuştu. Bağ evinin yakınında oturan emekli memur Ünver Altınöz ise kardeşleri gören son kişi oldu. Altınöz, o gün yaşananları şöyle anlattı: "15 yıldır komşuyuz ama bugüne kadar hiç yan yana gelmedik. Çocuklar dün sabah 09.00 gibi yüksek sesle müzik dinlemeye başladı. Bir yandan da hep birlikte sağa sola hızlı adımlarla yürüyor ve konuşuyorlardı. Müzik sesinden rahatsız olmadığım için pek aldırış etmedim. Saat 19.00 sıralarında evin yanından geçtim. Yıllardır ilk kez bahçe kapılarını kilitli gördüm. Evin ışıkları yanıyordu. Ama kimse yoktu" dedi.
'MUTLAKA BİR LİDERLERİ VARDIR'
Kahramanmaraş Devlet Hastanesi Psikoloji-Psikiyatri bölümünden Uzman Dr. Erol Bozhüyük şunları söyledi: "Yaşanan acılara dayanma gücü kişiden kişiye değişir. Bağımlılık derecesinde sevilen şeyin kaybı tetikleyici olabilir. Kardeşlerden biri veya ikisinin fikri, diğer kardeşleri de aynı acı sona sürüklemiştir. Bu olayda mutlaka bir lider vardır. Onun söylemiyle benimsenmiş bir karar gibi görünüyor. Anneye olan sevgiyi ispat hareketi. İntihara karşı çıkma, sanki anneyi sevmiyor ya da az seviyor gibi algılanacağı için intihar toplu olmuştur."
YENİ KALP, ANA GEN, YENİDEN DOĞUŞ, YARATILIŞ
Topluca ölüme giden 4 kardeşin isimleri de ilginç. Akrabaları, bu isimlerin İslam öncesi Türkler'de kullanılan isimler olduğunu, Beraris'in "yeni kalp", Sajen'in "ana gen", Rulin'in "yeniden doğuş", Raden'in de "tanrıdan geliş, yaratılış" anlamına geldiğini belirtti.
Yan yana toprağa verildiler
Cenazeler Ulu Cami'de kılınan cenaze namazının ardından Şeyh Hadil Mezarlığı'nda yan yana toprağa verildi. Yüksek dozda sakinleştirici verilen baba Nejdet Sağocak cenazeye katılamadı. Vatani görevini yapan Raden'in cenazesini askerler taşıdı. Baba Sağocak'ın yakınlarına, "İstanbul'dan döndükten sonra onları eve götürmeye ikna edemedim. Bağ evinde anneleri ve kendilerine ait ne kadar fotoğraf varsa yok ettiler. Psikolog tuttum. Terapi uyguladılar. Ama başarılı olamadık. Birkaç defa intiharı düşündüklerini söylemişlerdi. Çocuklarım eğitimli, kültürlü insanlardı. Nasıl yaptılar anlamıyorum" dediği belirtildi.
HEPSİ EĞİTİMLİ
RADEN: İngiltere'de Elektrik-Elektronik Mühendisliği okudu.
RULİN: Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi Muhasebe'de bir yıl öğrenim gördü. Okulu bıraktı.
SAJEN: Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü öğrencisi.
BERARİS: KKTC'de özel bir üniversitede Radyo-Televizyon Bölümü'nde 1 yıl öğrenim gördü. Okulu bıraktı.







7 Aralık 2018 Cuma

Başkent Feodali


Modern zamanların başlarında, belirsiz bir vakitte; Bedri Ağa namlı bir devlet adamı yaşardı. Bu Bedri Ağa, zamanında nasılsa bir üniversiteden mezun olmuş, hasbelkader devlete 657’li olarak girmişti. Aslen Adanalıydı. Babası katır çobanıydı. Sağda solda babasını ağa olarak tanıtmasından mütevellit kendi lakabı da ağa olup çıkmıştı. Gel zaman git zaman Bedri Ağa, bürokrasinin ayak oyunlarını hatmetmiş, bu yolla “neden, nasılcı”ları tek tek oyun dışı bırakmış, hiçbir şey yapmama felsefesiyle seneden seneye yükselmişti. Mesela Bedri Ağa tüm toplantılara giderdi, ama asla fikir beyan etmezdi. Bedri Ağa tüm idarecileri tanıdı. Onlara günlük dedikoduları hiç atlamadan, devlet meselesiymişçesine anlatırdı. Üzerine gelen işleri ise ona buna yaptırırdı. Kendi işi değilmiş gibi davrandığında insanların bunu böyle kabul edeceğine inanırdı. Çevresindeki “Başımıza bir iş gelir” hastalığına yakalanmış memurlarda da bu tavır bir hayli işe yaramaktaydı. Bedri Ağa bir siyasi gördüğünde ise eline yapışır, eteğinden ayrılmazdı. Sonra sağa sola ben şunun adamıyım diye alttan alttan gözdağı verir, insanların korkusunu kendi çıkarı için kullanırdı. Bedri Ağa zayıf halkaları tilkilerin tavukları takip ettiği gibi takip eder, en küçük hatalarını bile yedi düvele ayan kılardı. Ayağını kaydırdığı zayıf halkanın üstüne basar, onun leşi üstünde bir sonraki hedefine bakardı. Bedri Ağa normalde salak bile denilebilecek garip bir alıklıktaydı. Ama mesele çıkarı olduğunda gözleri çakmak çakmak olur, aslanın elindeki üleşe kilitlenmiş bir çakaldan farkı kalmazdı. Sonra başkalarına da “vesile olurdu” Bedri Ağa. “Bak” derdi güzel kızlara “ Biz senin önünü açarız, neden bir kadın müdürümüz olmasın, hani senin de maşallahın var, doldurursun makamı.” Erkekler geldiğinde ise yakışıklılığına methiyeler düzdürürdü. Bir yetmişlik Bedri Ağa selvi boylu olurdu, önünden giden koca göbeği Türk kası, yüzündeki çiçek bozukları karizmatik, kanca burnu karakteristik… Bedri Ağa ne erkek olurdu, vesile olacaksa insanlara. Eser gürlerdi almışsa gazı. “Tabi canım Adem benim komşum, her akşam cigara tellendiririz balkonda, hanımı da benim ikinci hanımla tezhip kursuna gidiyor.” Peşine de gülerdi kusarcasına.
Derken Bedri Ağa Apartmanlar Topluluğu  Müdürü olmasın mı! Sabah işe bir gelişi var; gözler parıl parıl, ağzı kulaklarında, üstünde mankende durduğu gibi durmayan bir takım… Artık Bedri Ağa, ağa hakikaten kendince. O sebepten Gölbaşı’nda villası, altında Amerikan arabası, karısında kırmızı Audi olmadan olmaz. Yetişmesi lâzım kendinden önce suyun başını tutmuşlara. Kendi kendiyle konuşurken bir formül bulmuş Bedri Ağa;
-Ben bu Apartmanlara kapıcı koydurayım birerden.
-Fakat sebep?
-Sebeep, çöpler dökülmezse her gün, basar tüm mahalleyi mikroplar, virüsler. Kamu sağlığı, tabii, anayasada yeri var sonuçta.
- Ama kim yapacak bu işi?
-İhalesiz senetsiz vermeli bizim tanıdıklara, onlar da eşek değil ya! Verecekler gereken desteği gizli ortaklarına.
-Ama nasıl yapmalı bu işi? Kanununa kitabına uydurmalı. Kimseleri uyandırmadan kârı üleştirmeli…
-Bizim Monşer Münür’e sorayım. Münür ehli kalemdir. Ankara hukuku bitirmiş, O kadar mürekkep yalamış. O bilir. Tabii ikna da etmek lazım bizim sarsak Münür’ü.
-Vatan millet desem…
- Heh! Buldum! Doğuda terör var derim. Biz adam koymazsak onlar boş bırakmaz derim. Koskoca Apartmanlar Topluluğu Müdürünü sorgu sual edecek değil ya canım! Ben de…
Münir Bey, Ankaralı bürokrat bir ailenin taşra görmemiş, tek çocuğuydu. Her şeyin idealine inanır, o yolda inandığını yapmaya çalışırdı. Kitabi bilgisi yerindeydi Allah için. Fakat hayata ilişkin bilgisi sözleşmeler hukuku seviyesindeydi. Marketten sigara alırken “stipulatio”[1] yaptığına inanırdı. Şarabın yanına egzotik peynir yemek için gurme marketlerde saatlerini harcar, sadece İtalyan esspressosu içerdi. Dost’tan başka kitabevine de gitmezdi. Tuvalete gitmeyi yemek yemek kadar önemli bulur, çişi gelince en kritik toplantılarda bile kıyın kıyın tuvalete seğirtirdi. Hayvanları severdi, bu sebepten vejetaryendi. Ancak bir köpek bacağına sürtünse bacağını çamaşır suyuna yatırırdı. Kendi deyimiyle “presentable” olmaya özen gösterir, her gün ekoseli kravatını nizami bir şekilde bağlar, görev yerine öyle gelirdi. Bedri Ağa’yı fazlaca köylü bulur, konuşmasıyla mütemadiyen dalga geçerdi.
-Ne Mozart bilir, ne Dali bilir köylü, geldi başımıza müdür oldu! derdi.
Bedri Ağa, Münir Bey’i her çağırdığında adını yanlış telaffuz eder, Münir Bey de kendinden beklenmeyecek bir atiklikle düzeltirdi.
-Münüüür!
-Münir efendim. Buyrun.
-Yav neyse, dilim dönmüyor. Yav Münür biz şu apartmanların hepsine birer kapıcı atayalım. Çünkü çöpler nizami toplanmıyor. Sonra ne oluyor, herkes grip, herkes hasta, AİDS olan bile var. Maazallah bu sorumluluğun altından kalkamayız. Bakan beye yazsa birisi nasıl açıklama yaparız. Ama bunu biz yapmayalım, o kadar memur ne gezer devlette; şirketlere verelim işi onlar yapsın. Neme lazım biz uğraşmayalım. Parayı da onlar toplasın. Tabii hazineye de paylarını yatırsınlar. Öyle yok üç kuruşa beş köfte… Ama ihale mihale deme sakın bana! İcat çıkarma başıma. Biliyorsun yabancılar da ihalelere giriyor. Elin gavuru ne diye benim ihalemi alacakmış! Hem ihalenin saçağı süprüntüsü çok. O şikayet eder, bu söylenir, Danıştay’ı karışır iş büyür de büyür. Bakan bey demesin sonra bir kapıcı işini bile beceremediniz.
-Bir dakika efendim. Ben anlamadım. Neden kapıcı almak zorunlu olsun ki?  İnsanlar döker zaten kendi çöplerini. Şehirli kültürünün gereğidir rafine yaşam ve toplumsal kuralların titizlikle uygulanması. Çıkarırız imzanızla bir talimat. Herkes buna uyacaktır zaten.
-Geçen şey oldu ya, dökmemiş birileri çöplerini, evi çöp ev olmuş, komşular hep şikayetçi. Belediye ev kokunca yetişmiş ancak. Neden? Çöplerini dökecek kimse yok da ondan. Şikayet etse birisi; Apartmanlar Topluluğu Müdürü almadı gerekli önlemi diye, ne yaparız? Bunlar hep devletin sorumluluğu. Yarın bir gün tazminat paralarını bizim maaştan keserler maazallah. Hem doğuda bu apartman görevlileri çöpe bakmanın yanında apartmanları da güvende tutar. Biliyorsun adamlar evimizin içine kadar girmeye kalktılar. İnlerine gireceğiz biz de böylelikle… Benim sorumluluğumdan çıksın kardeşim. Müdür benim, hep bana dert bunlar.
- Efendim bizim sorumluluğumuz böyle sona ermez yalnız, hem dediğiniz şeyler istisnaidir, belki cumhuriyet kurulduğundan bu yana bir ya da ikidir. Hukukta genel kaidedir “Kötü örnek, örnek olmaz.” denir. Çöp ev dediğiniz durum kişilerin obsesif-kompulsif kişilikten muzdarip olduklarını gösterir. Psikiyatrik bir vakıadır. Tedavi gerektirir. Kapıcısı olmadığından değil onların hiçbir şeyi sarf etmemeleri…
-Yav sen ne yapacaksın Münür! Sen çözüm söyle bana. Bana soru soran değil cevap veren memur lazım. Gelmiş bana akıl veriyor. Obsesmişte, bilmem neymiş, psikolog musun sen! Hasta etti tüm milleti. He Münür he bir sen akıllısın, herkes deli… Benim milletime sen müdürlerinin yanında akılsız diyemezsin.
-Efendim öyle bir şey kast etmedim. Nasıl bu sonuca vardık, ne ara geldik anlamadım.
-Sen anlama Münür, senin aklın ermez böyle devlet işlerine. Özel talep var, büyüklerimiz böyle ister.
-Tamam da efendim özel kişiler bu hizmeti verip para toplayamaz. Hangi sıfatla toplayacaklar, ne toplayacaklar vergi değil resim değil… Yapılacaksa bile ihaleyle yapılmalı, devlet ödenek ayırmalı. Hiç hukuki olmaz bu durum.
-Ben bilmem Münür. Formül bul bana. Bu olacak. Büyüklerimiz diyorum, gizli önem arz etmekte diyorum, daha bana olmaz diyorsun. Çok yüksek yerden talep Münür. Bizi aşar bu… Neyse çalışalım bu konuyu.
-Peki müdürüm…
Münir Bey ağzının içinde söylenerek odadan çıkarken, Bedri Ağa yavaşça geğirtisini yutup, “Allah çok şükür dedi.”
            Münir Bey sabahın erken saatlerinde kendisine gün içinde devamlı eşlik edecek alarm müziği “Seville Berberi” ile uyandı. Her zamanki gibi mocha potunda[2] özenle yaptığı espressosunu içti ve asla vazgeçemediği sedan tipli arabasıyla yola koyuldu. Yolda kafasında normlar hiyerarşisi, yöntemler, idare hukukunun temelleri, Anayasanın değişmesi ve değiştirilmesinin teklif edilmesi yasak olan ilk üç maddesi birbirini kovalıyordu.
Kuruma gider gitmez arşiv incelemesi yapmaya karar verdi Münir Bey. Geçmiş her daim geleceği aydınlatmıştı çünkü. Mesela Roma Hukuku Orta Çağda Glassatorlerin[3] eski yasa metinlerini tekrardan okuyup şerh etmesiyle geleceğe ışık tutmuş; dünyanın en yaygın iki modelinden birisi olmuştu. Arşivin en alt katta olduğunu biliyordu Münir Bey. Ancak arşiv sorumlusunu kurum santralini arayıp sorması gerekti. Dahili numarası; sıfır altı sıfır yediydi Nurcan Hanım’ın. Münir Bey eli tuşlara gitmeyerek aradı Nurcan Hanım’ı. Bir, iki, beş, sekiz… Münir Bey anladı, o telefon sessize alınalı uzun zaman geçmişti. Şimdi eksi birinci katın, yani mombilerin dünyasına inmek zorunda kalacaktı. Aynı rutin belge işlerini yapmaktan zombileşmiş memurlar. Bu mombilerin tek umurlarında olan şey maaşlarındaki artış, sosyal imkanlar, servislerdi Münir Bey’e göre. Sığlığın çamurlu nehirlerinde yüzmekten başka bir şey de yaptıkları yoktu. Ancak muhabbet edip çay içmeyi biliyorlardı iş yerinde. İşe ilişkin tek etik kaygıları mesaiydi. Saat on ikiyi vurduğunda hepsi turnikeden çıkmış olurlardı. Öğle aralarında erkekler kahvede kağıt oynamaya, kadınlarsa alışverişe giderdi. İşi sevmezlerdi ama asla emekli olmayı düşünmezlerdi de. Çoğunun yaşı ellinin üzerindeydi. Bunlarla ne verim almayı düşünebilirdi ki yöneticiler, Münir Bey hiç anlamıyordu.
Ayakları geri geri gidiyordu Münir Bey’in ama dayanmalıydı. Asansöre bindi ve eksi bire bastı. Kapı açıldığında inanılmaz bir havasızlık ve rutubet kokusu yüzüne vurdu Münir Bey’in. Hassas bürokrat bünyesi için fazlaca ağır bir kokuydu. Ne yapacağını bilemez bir hâlde tutan çarpıntıyı geçirmeye çalıştı Münir Bey.
-Geçecek şimdi, alışacağım, ağzımdan nefes alayım bari, derin de alamam, bu pis hava doldurmasın ciğerlerimi… diye söylendi.
Koridorda ilerlerken kendi katlarına göre yanan ampul sayısının hayli az olduğunu fark etti Münir Bey. Tasarruf önlemlerinden olsa gerekti. Ayrıca bu katta taban betondu. Kendi katlarında koridorlar en kaliteli fayanstan, odalarsa laminanttandı. Birkaç kapıda kapı kolu olmadığını fark etti peşine. Nurcan Hanım’ın oda numarası Z otuz dörttü. Ama kapılarda numara yoktu. Rastgele bir kapıyı tıklattı. İçeride tıknaz bir çocuk babasının sandalyesinden bacakları sallana sallana oturuyor bir yandan da resim çiziyordu. Çocuğun kendisine bakmasıyla korktu Münir Bey. Çocuğun gözaltları koyu halkalarla bezeliydi ve yanakları içine çöküktü. O sırada babası Necmi Bey geldi.
Yıllardır evrak götür getiri yapıyordu Necmi Bey. Münir Bey imzaya çıkan evrakları Necmi Bey’e teslim ederdi. Necmi Bey bir kooperatife ev hayaliyle girmiş, dolandırılmış; elindeki gecekondusunu da kaybedip Sincan’a taşınmıştı. Mürekkep yalamıştır, belki yardımı dokunur diye Münir Bey’e anlatmıştı bu durumu daha önce. Tabi soruşturmalar sonuçsuz kalmış, çalanın çaldığı yanına kalmıştı.
-Merhaba Necmi Bey, Nurcan Hanım’ın odası hangisi acaba?
-Merhaba Münir Bey, koridorun sonundaki oda, direkt devam edin hemen önünüze çıkacak kapı.
-Teşekkür ederim.
Münir Bey, Necmi Bey’in asgari ücretten fazla aldığına emindi. Peki asgari ücret neye göre belirleniyordu da bu adamın çocuğu bu kadar zayıftı ve üstleri bu kadar pejmürdeydi. Meclis kamunun vicdanı değil miydi? Öyleyse bu işe neden müdahil olmuyorlardı? Onlar olmuyorsa kolektif bir kabul mü söz konusuydu? Yine kendi kendine düşünceleri teati ettiriyordu Münir Bey. Nurcan Hanım’ın odasına ulaşmıştı bu arada kokuya takılmadan. Kapıyı tıklattı ve açıp içeriye girdi.
Nurcan Hanım, kırklı yaşlarında saçları ucuz duran değişik bir platin sarısı renge boyanmış ve maşayla kıvrım kıvrım yapılmış, yüzündeyse hayli kırışıklığı olan bir kadındı. Hani bakımlı denebilecek gruba da sokulamayacak, yaşlı, kendini salmış da denemeyecek enteresanlıkta bir bakım anlayışına sahipti. Münir Bey direk konuya girdi.
-Merhabalar Nurcan Hanım, arşivin anahtarını rica edecektim. Müdürümüzün bir talimatını yerine getirmek için arşiv taraması yapmam gerekiyor.
- Tamam canım, ben sana anahtarı vereyim araştırmanı yap tabii. Çalış tabii ne güzel.
- Nurcan Hanım zaten çalışacağım, size fikir danışmıyorum, sizden talimat almıyorum dikkatinizi çekerim.
-Tamam canım benim ne dedim, aaa, Münirciğim ben seni severim bilirsin. Böyle her işe koşturma, kullanırlar seni, aman diyeyim.
-Nurcan Hanım rica etsem anahtarı verebilir misiniz?
-Canım yanındaki dolabın ilk çekmesinde alıver oradan.
- Daha fazla buna katlanmak istemiyorum, hakikaten… dedi ve aldı Münir Bey anahtarı çekmeceden.
Arşiv eksi ikide idi. “Buradan daha kötü olamaz.” diye düşündü kendi kendine Münir Bey ve hızla asansöre seğirtti. Eksi ikinci kat zifiri karanlıktı, öncelikle sigortaları kaldırdı Münir Bey. Hayatında kendi evinin sigortası dışında ilk defa bir sigortayla muhatap olmuştu. Sigortanın tozlu oluşu Münir Bey’i inanılmaz rahatsız etmiş, içinde kendi elini kesme isteği uyandırmıştı.
Arşiv odasına girdiğinde Münir Bey odanın raylı sistemle dizayn edildiğini gördü. Bu sayede küçücük odada onlarca klasör koridoru oluşabiliyordu. Neye bakacağını bile bilemiyordu Münir Bey. Rastgele rafları çevirirken aslında hiçbir düzene uyarak yerleştirilmediklerini fark etti. Bütün klasörleri kronolojik olarak ve alfabetik olarak sıralayıp, listelemek istiyordu aslında ama inanılmaz tozluydu klasörler. O tam bunları düşünürken ayağının altından hızlıca bir şey geçti. Bir de baktı ki biraz ilerideki dosya koridorunun kenarından kendisine bakan bir çift göz. Fare, en büyük fobilerinden birisiydi. Çığlık atarak koştu Münir Bey. Asansörün düğmesine kıracak gibi bastı, bastı, bastı. Asansör gelene kadar gömleği terden sırılsıklam olmuştu. Kendini odasına zor attı Münir Bey. Münir Bey’in yüksek iş etiği dahi bir daha arşive inmesini sağlayamayacaktı.

Kendi kendine sorduğu sorular silsilesinde bunalmış, netice itibariyle kurumun demirbaşlarından Dinozor Refik Bey’e sormaya karar vermişti.
Refik Bey, atmışına merdiven dayamış, kendi bildiğini üstlerinin ne söylediğine bakmadan birebir uygulayan, üstüne biraz fazla gidildiğinde emekli olur giderim, ben unumu eledim zaten diye tehdit edebilen, kurumsal hafızanın varlığına delil teşkil edebilecek nadir örneklerden biriydi. Apartmanlar Topluluğu’nun kurulmasıyla birlikte atanan ilk memurlardandı. Seksenlerde üniversite öğrenimini tamamlayabilmiş, kayıp neslin kaybolmayan sayılı bireylerinden biriydi. “Bıçak artığıyız biz.” derdi sık sık. İdarecilerin anlamı olmayan, yöntem bulunamayan taleplerine ilişkin daha önceki uygulamaları en iyi bilen kişiydi.
Refik Bey’in odası ikinci kattaydı. Hemen arkasındaki duvarda kocaman bir Türkiye haritası yer almaktaydı. Münir Bey’in haritada en çok dikkatini çeken husus Kuzey Kıbrıs’ın da Türkiye sınırları içerisinde gösterilmesiydi. Odasında birkaç ağaç boyunda bitki vardı Refik Bey’in. Sanki odanın havasını temizliyor, boğucu gri renklerin hakim olduğu binayı kısmen de olsa yeşillendiriyordu bu ağacımsılar. Pek hoş bakılmazdı aslında burada, odada çiçek bakılmasına. Ama Refik Bey kendine has söz dinlemez tavrıyla, küçük çaplı direnişlerine de devam etmekteydi. Konuyu kısaca anlattı Münir Bey. Refik Bey dosya dolabını açtı birkaç klasör karıştırdı ve bir belge çıkardı. Belgede daha önce benzer bir işlemin yalnızca Müdürlük emriyle yapıldığı açıkça görülmekteydi. Refik Bey’e,
-Formülse formül o zaman. dedi Münir Bey.
Refik Bey ise,
-Biz bunu bu zamana kadar böyle yaptık, bu istendiğinde böyle yapılıyor, ben gerisine berisine karışmam, bilmem… dedi.
Münir Bey belgeyi aldı, teşekkür etti ve çaresizlikle karışık bir kabulleniş, taslak hazırlamak üzere odasına gitti. Asansöre binerken onu yollamak için gelen Refik Bey’in bıyık altından gülüşü dikkatini çekti; fakat anlam veremedi.
Refik Bey kendi kendine,
-Danıştay’dan dönecek nasılsa, öncekiler gibi… dedi.

Münevver Adıyaman



[1] Sözlü yapılan sözleşmenin Roma Hukuku’ndaki adı.
[2] Espressonun demlendiği bir tür cezve.
[3] Roma Hukuk metinlerini inceleyip, notlayıp, yeniden gündeme getiren hukukçular.

Her Şeye Yeniden Başlamak Mümkün Mü?

arzın merkezinden başlayarak senin merkezinden, ilk öptüğümden nefes suyundan ağaçların ayaklandığı yerden konuşurken uzayan boşluklarda...