Cinnetini
erken geçirmiş İstanbul'un dingin bir öğleden sonrasında yataktan kalkıyorsun.
Perde aralığından baktığın dünyada, her şey yolunda görünüyor. Bugün açılış
var. İki hafta ne çabuk geçti değil mi? Çektiğin fotoğrafları internette gören
bilindik bir fotoğrafçı sana mesaj atmıştı. Ne de olsa artık herkesin, ödediği
internet faturasıyla açabildiği kişisel sergi alanı var. Yüklediğin artistik
fotoğraflar; bol görüntülenme ve bol beğeni alıyordu almasına da, seni asıl
coşkulandıran ve meranın rahatlatan rüzgarlarını tattıran o mesajı okuduğunda,
sigorta-maaş manyağı ailenin aleni geri vites yapacağını düşünmüştün. Şehrin
kirli sakallı – ve yaş haddinden- ünlü sanatçısı, çektiğin fotoğrafları takdir
ediyor, mümkünse seninle tanışmak istiyordu. Bugün açılacak karma serginin
şatafatlı özel kokteyline davetliydin.
Telaşe mahal
vermeden hazırlanıyorsun. Uzun süredir nasıl göründüğünü umursamamana rağmen
bugün en sevdiğin böcekli bluzunu giyip altına lacivert dar kotunu çekiyorsun.
Duru bir makyaj yaptıktan sonra birazcık da saçlarınla oynuyorsun. Sol memen
biraz sızlıyor, bir iki güne kalmadan regl olacaksın.
Şirinevler
meydanı sana ilk kez bu kadar şirin görünüyor. Kozmik saçmalığa bulaşmak için
daha ideal bir gün olamaz heralde diye düşünüyorsun.
Metrobüste yine
boş koltuğa toslayamıyorsun. Körükte, tutacak demiri zorlukla bulup oklava
yutmuşcasına bir hazırol modundayken, ansızın aklına annen baban geliyor.
Seneler önce, kasvetli bir aile toplaşmasında, ben fotoğrafçı olacağım
dediğinde, dehşetle karışık korkulu yüz ifadelerini hatırlıyorsun. Onların
gözünde, kayıtlı olduğun Jeoloji Mühendisliği lisansını bitirmen bütün dertleri
sona erdirecekti. Hobi kelimesini çok seviyorlardı. Allem edip kallem edip o
makineyi aldırmıştın, lens almak için çalışmak zorunda kalmıştın, deklanşöre
basmak uğruna okulunu uzatmıştın. .
Akşam
tanışacağın, sanatına değer veren adamın, taşaklı bir ajansla iş yaptığını
biliyorsun. Buradan para kazanma yolun da açık. Şans yüzüne öyle bir gülüyor ki
saçılan tükürükler yüzüne yapışıyor.
İstiklal'e
giriyorsun. Erkencisin. Serginin açılışına daha saatler var.
Geçen sene
Nevizade'deki garson olarak çalıştığın bara gitmek aklına geliyor. Orada sana
birayı indirimli fiyattan veriyorlar. Dört kat merdiven çıkmak seni yoruyor.
Servis elemanları değişmiş ama barmen Sarı her zamanki yerinde duruyor. Eski
günlerden muhabbet, hasbihal, şakalar derken üç birayı deviriyorsun. Bir tane
daha. Hadi bunu da doldur.
Sonra kıvırcık
saçları ile Özge geliyor ve rejisör, gişede çakılmaya mahkum filminin
çetrefilli finalini çekmeye başlıyor. Tehlike çanlarının asabi melodilerini
işitiyorsun. Yıllar önceki ekürin Özge, tüm günahlarıyla sana katılıyor. Yıllardır internetten bile halini hatrını
sormadığın, ne bok yediği umrunda olmayan Özge'yle, beş yıl önce aynı evde
yaşadığın o dönemlerdeki gibi cıvık bir samimiyet kuruyorsun. Onunla da biraz
daha içiyorsun. Telefonuna bakıyorsun. Açılışa hâlâ saatler var. Bir bira daha
söyledin. Artık sarhoşsun. Etrafa paraflaş kahkahalar saçıyorsun. Özge, cebinden
çıkardığı hapları avucunun içinde sana uzatıyor.
Uh-oh.
Ne bok yiyeceksin
şimdi?
Hiç bir şey.
Çünkü kafan gidik. Hap atmayalı da üç ay olmuş.
Tereddüt
etmeksizin yutuyorsun hapı. Özge'yle bardan kalkıyorsun. İki muzır genç kız,
Beyoğlu'nu adeta yırtıyorsunuz. Şekerler patlıyor ve her gördüğünüz şeyin
çekiciliğine büyülenmişcesine bakıyorsunuz. Led tabelalar ilk defa hoşunuza
gidiyor. Lise koridorlarındaki gibi kol kola yürüyorsunuz. Kanat ve Fındık'ın
üç kulfallah okunmuş ruhları bedenlerinize sirayet etmiş. Hiçbir şey umrunuzda
değil, olamaz da zaten. Barındırdığınız tüm acılar kafesten çıkaran haplar için
Özge'ye teşekkür ediyorsun.
Gezi parkı
çimlerindesiniz. Saatine bakıyorsun. Sergi demin açılmış. Seri adımların
planlayıcısı kıyak kafalarla Cihangir'e varıyorsunuz.
Galerinin
önündeki sanatsevici kalabalığı umursamadan kapı önüne geliyorsunuz. Can
sıkıcı bir probleminiz var. Kapıya
diktikleri kiralık izbandut. Bu vitaminli davarın iki aciz misyonu var; alkol
tırtıklayıcılarını içeri almamak ve mühim davetlileri güvende hissettirmek...
Lavuğun ansızın uzayan eli, geçmenize müsade etmiyor. Nazikçe sana diyor ki:
"Hanımefendi. Davetiyenizi görebilir miyim?" Budala gibi bakıyorsun
ona, davetli olduğundan bahsediyorsun. Adam yokuş yapıyor, çünkü adam mahallede
büyümüş, çünkü adam cayır cayır patladığınızın farkında, çünkü adam sizin
bedava şarap peşinde olduğunuzu düşünüyor. En nihayetinde seni davet eden
fotoğrafçının adını veriyorsun. İzbandut içeri giriyor. Çok utanıyorsun, fazla
utanıyorsun, kapı önündeki herkes sana, Uranüs olmuş gözbebeklerine, yüksek voltajlı
cereyana maruz kalmış zangır zangır titreyen çenene bakıyor. O anda
farkediyorsun garip göründüğünü. Özge'ye bakıyorsun ve eğer sen de aşağı yukarı
öyle görünüyorsan büyük bir utanç sebebi olduğunuzu düşünüyorsun.
Hiperaktif yarı
koma halinizle, İzbandut dönmeden ayrılıyorsunuz mekan önünden. Geleceğe
sıçramayı erteliyorsun. "N'olcak ki başka zaman tanışırım."
Sıraselviler'den
meydana doğru yollanırken; şans kapının maymuncuğunu denize fırlattığını çoktan
unutmuşsun. Alman Hastanesini geçtiğinde, iki adım önünde, işe geç kalmış gibi
koşuşturan Özge'nin omzuna dokunuyorsun. Serotonin yüklü çehresiyle sana
dönüyor. Ona diyorsun ki: "Birer tane daha atalım mı?"
Ve artık bilmem
kaçıncı kez tekrarlanan yegane döngüyle baş başasın. Aldığın keyif şüphesiz
kara delikler doldurur ama götürdüklerinin muhasebesini kim tutacak? Gül, sevgi
ve diken üçgeni. Gülün müthiş koktuğuna şüphe yok. Dikenin battığını
hissetmiyorsun. Sanki demir zırhlıymışsın gibi.
Bilemiyorum,
belki de manevi anestezi.
Volkan Yalçın
Hap kafasının bu kadar iyi tanımlandığını görmek çok şaşırtıcı. Resmen hissettim yani. Yaşasın Yeşilay.👊
YanıtlaSil