25 Aralık 2018 Salı

Çınk Çınk

Biletçinin uzattığı tomarları bir hamlede avuçladı. Rakamlar birbirinin ardı sıra aktı. Sonu sekizle biten bir biletti aradığı. Bulamadı. Başını biletlerin yeşil mavi şeridinden ayırmadan, biletçinin içinden kendisine bir güzel sövdüğünü düşündü. “Şans bu abi” dedi biletçi kütür kütür bir sesle. “Aradığından ziyade aramadığındadır piyango.” Ben bu işe yirmi iki yılımı verdim bakışını da ekledi sözlerinin kıvrımına. Elleri titredi. Buz kesti. Bir tane aldığı gibi biletçiye tam on lira verdi. “Dur abi bozuyum” diyen biletçiye gerek yok diyen bir el hareketiyle karşı kaldırıma geçti. Arkasında keskin bir korna sesi bırakarak bulvardan sapıp evine uzanan dar sokağın başında durdu. Bilete baktı. Tek bir sekiz bile yoktu. Bileti buruştururcasına paltosunun cebine soktu. Üç günlük sakal, siyah, eprimiş paltosu ve üç aydan fazladır kestirmediği saçlarıyla, kasap vitrinin önünde kendini süzdü bir süre. Akşam, kocasına rakı eşliğinde bir ziyafet çekmek için bonfile alan sarışın kadının ardından baktı. Vitrindeki çengele takılı kuzunun karın boşluğuna kırmızı bir gül kondurulmuştu. Teklifsizce baktı. Sokağa sapmaktan vazgeçip, kasabın gür kaşlarının arasından köşedeki büfeye süzüldü. - Buyur abi.
 - Camel var mı?
 - Var abi. Buyur. Dur abi bozdurayım.
Çınk diye bir ses duydu. Ardına bakamadı. Ürperdi. İşten çıkalı bir hafta olmuştu.
Olaylar ardı sıra gelişti. Zaten ardı sıra gelişen olaylardan sonra bırakıldı bu üç günlük sakal. Her sakal bir yas günü için uzadı. Üç günlük yas, yirmi bardak çay, üç paket sigara; biri kaçak, yüz yetmiş beş tokalaşma, yüz seksen başınız sağ olsunlar, yüz yetmiş sekiz sağ olunlar, apartmanın loş boşluğunda höyküren kadınlar, imamdan bir uzun kıraat vaaz, siyah giymiş hısım akrabalar, akşam yemeklerinde yağlı etler, durmadan mutfakta yıkanan kaşık ve çatallar, ölenle ölünmezler, cebe iliştiriverilen; yanında kalsın lazım olurlar, kapı önünde ayakkabıdan bir âlem ve kafasında bir isli dumanla örülü üç günün ardında tavana bakıp Bilge’yi düşündü. Bilge, siyah bir elbise giyip ona uzun uzun sarılan ve göğüslerinin göğsüne yaptığı baskıdan kafasını afallatan Bilge. Daima sevecen olan Bilge’nin gözyaşlarına döktüğü bu yas evinin ayak, terlik, bulaşık, makine, sıcak ruj lekelerinin sıçradığı dağınıklığını süzdü.
Abi kusura bakma geciktim. Buyur abi. Para üstün. Büfeden sert bir ayak dönüşüyle kıvrıldı. Meyhaneye giden yolu dikkatle adımladı. Ben u Sen’e ilk gelişiydi. Duvarlardaki resimlere anlamsızca baktı. Duvarın ardında bir evren varmış da o bunun dışındaymış gibi ellerini nereye koyacağını bilmeden masa örtüsünün kırmız üçgenine dirseklerini dayadı. Buyur abi. Bana yetmişlik Bilge getirsene. Af buyur abi. Terledi sen bilirsin dercesine eliyle masayı işaret etti. Gülümsedi adam ben sana yetmişlik Bilge getireyim abi dedi. Uzun uzun duraladı. Ulan pezevenk dalga mı geçiyorsun sen benle diyecekti. Kafayı gömecekti alnına. Sonra adam onu masanın üzerine itiverip ulan göt oğlanı sen demedin mi Bilge diye bağıracaktı. Tekmeyi masanın ayağına çaktığı gibi masa gümbürdeyip yarılacaktı. Sırtı fena halde acıyacaktı. Olsun, Bilge bu. Ayağa kalkamaya çalışacaktı lakin karnına inen sert kundura ile nefes alamayacak, bir süre höykürecekti. İçmeden sarhoş olacaktı. Ağlayacaktı. Garsona bakacak vur ulan diyecekti. Akşam akşam diyecekti adam. Ben garson değilim, diyecekti. Cemil, Ahmet, Mervan, alın bu Laleyi neresiyle içmesi gerektiği öğrensin de öyle gelsin diyecekti. Olmadı. Gülümsedi. Garson ya da adam ayrıldı oradan.
Paltosunu çıkarmayı unutmuştu. Bir tel cambazının ince tedirginliğiyle sandalyenin arkasına paltosunu asıp masaya bırakılan peçeteye örülü çatal ve bıçağı incelmeye koyuldu. Bilge, annem ölmüş dedi. Yatak odasının tavanına üfledi sigaranın dumanını. Bilge ince kaşlarını pencereye dikip ayı seyretti. Gitmeyecek misin taziyesine. Salak dedi. Bilgeye. Bunu içinden söyledi. Yas benim evde olacak dedi sadece. Bilge baktı hüzünle karışık dağılmış rujuna. İyi, dedi. Ben de gelirim. Dışarıdaki ayaz çıplak belini üşütmüştü. Farların tavandan sarkan gidiş gelişlerine bakarak geçen arabaları saydılar. Bilge’nin uzun saçları göbeğinden süzülüp mavi yatağın köşesinden sarkıyordu. Boşlukta sallanan ojeli tırnaklarının göğsünde gezinişine duyarsızdı. Bilge dedi. Sustu. Sus’u aldı Bilge sus’tan sus’a köprü kurup sustu. Geçmezsen de para vereceğin köprülerdendi bu. İnsanın dünyasını başına yıkar.
Derken adam ya da garson masaya bir yetmişlik getirdi. Anason kokusu genzini yaktı. Daha önce hiç rakı içmemişti. Bunu Bilge’ye hiç söylemedi. Refik’e de söylemedi. Refik çok içerdi oysa. Neden ondan gizledi ki? Bu sefer sevdi garsonu ya da adamı ya da her ne boksa. Sevdi ve Refik’e dedi içinden. Fiilleri dumura uğratan bir içişle önce genzini sonra boğazını yaktı. Kusacak gibi oldu lakin her biji Refik deyip bardağı masaya koydu. Sandalyenin öteki tarafında Refik, ulan oğlum dedi. Anneni umursamıyorsun anladık ana dilini de mi umursamıyorsun. Kafası dumanlı Refik’i dinledi. Demokrasi dedi, bileşen dedi, özgür yaşam dedi, eşitlik, hareket, kalkışma, isyan, itiraz, sandık, çevik polis, abluka, barikat, sür. Refik bunların hepsini dedi. Tümcelerin, Dali resimlerinden çalıntı eriyişine mahkûm olmuş gibi mahsus hallerinden sakındı Refik böyle deyince. Geçenlerde öldü. Barikat, dedi. Kadehi mideye yuvarlayıp bocuk boncuk terledi. Terlerinden yazma yapıp annesinin morarmış saçlarına doladı. Onun söğüt ellerinden, buruşuk derisinden, dudağının altında beliren siyah noktadan, kifayetsiz sözcüklerinin tespih tespih dağılan üveyliğinden gocundu. İncindi. Annesinin mermerde uzanmış şişmiş karnına eğilip öptü. Dudakları mayalanıp göllendi. Cesedin soğuk damarları tomurcuklanıp bir harfe dönüştü sonra. Harf büyüdükçe Refik’te büyüdü. Refik büyüyünce gözleri de büyüdü. Sonsuz kere baktı oraya. Sonsuz kere aksine.
Halit, bu böyle kaç gün sürecek. Bilmem. Sen benden utanmıyorsun ya. Ben kendimden utanıyorum Bilge. Deme öyle. Bu apartman boşluğunda sallanıp duran annemin cesedini, onu bulan şu galiz halimden utanıyorum. Televizyondaki siyah köpek biblosunu süzdü Bilge. Vitrindeki çerçevede kendini arıyormuşçasına bir anda söyledi. Ama sen de merdivenlerden yuvarlandın işte. Sarstı seni annenin cesedi. Bilge dedi. O burada astı kendini, elleriyle ceplerini yokladı. Dur canım, dedi Bilge. Canımda takıldı Halit. Bilgeyi unuttu. Canım. Ben canı mıydım? Bilge’nin?
Mezeleri simetrik bir obsesiflikle masaya koydu o. Bundan sonra o. Madem garson ya da adam değil o halde o. O. O’nun gür bir sakalı vardı. Bembeyaz bir gömleği, üzerinde çolak atlar koşturacak denli uzun pazıları, gülümseyince inci gibi dizili dişleri ve parlak siyah saçları vardı. Briyantinli. Çatalıyla soğuk mezeden bir parça alıp dişleriyle ezdi. Aniden ürperdi. Çınk çınk diye bir ses. Bakamadı ardına.
Dışarıda hafifi bir yağmur başlamıştı. Bilge’den ayrılmalıydı. Nedensiz. Bir mektup mu yazsaydı. Köşedeki kadın gülümsedi birden. O da gülümsedi. Sevgili Bilge diyecekti, uzun bir soluk alıp uzun bir sevişmenin ardından, nefes nefese kaldığı zamanlardaki gibi kalbi titreyecek, sana uzun uzun ne anlatabilirim bilmiyorum fakat beni affet ne olur. Ben bilemedim Bilge, yani neyi aradığımı değil ne aradığımı, daha doğrusu bir şey arayıp aramadığımı daha doğrusu başlarım ulan daha doğrusuna… Affedersin Bilge. Öyle demek istemedim. Fakat anlatamıyorum işte. Ben kayıp bir hece denli senin hikâyende eksik bir cam kesiğiyim. Olmadı galiba bu. En baştan alıyım Sevgili Bilge, bak burası çok güzel hem sevgili hem Bilge… Kusura bakma kafam karıştı. Ben öyle başlamamalıydım. Sonuçta… Kafasında yazıp durduğu mektubu buruşturup beyninin sapağındaki yığına atıverdi. O, bir iki gence talimat yağdırdı. Gençler çaprazlama masalara karıştı. Masalar havalanıp bir süre boşlukta süzüldü. Sonra gençler masaları ayaklarından tuttuğu gibi yere doğru çekiştirdiler. Masalar usulca iniverdi yere. Kadın havadayken tekrar gülümsedi. Kırmızı bir hırkası vardı. Vişneçürüğü ruju. Halit’e bir bir baktı. Başını çevirip bir kadeh daha doldurdu. Sonra su, sonra beyaz…
Bugün yılbaşı, dedi Bilge. Ellerinden çekiştirdi. Boynunda kesk u sor u zer. Bilge dedi. Bu ne? Atkı, dedi Bilge, Refik verdi. Refik. Kar yağmıştı. Soğuktu. Üç şişe bira, biraz çerez, bir de televizyon. Refik nerede acaba? Derken bir gümbürtü önce camı sarstı. Sonra masaları delip bellerini kasarak mutfağa yöneldi.  Ne oldu, diyemeden Bilge usulca sokuldu göğsüne. Bilge bu, sokulur. Sonra bir gümbürtü daha, her biji Refik.  Televizyonu istemsizce açıvermişti o vakit. Yanı başında Bilge avuçlarını karın hizasında kavuşturmuş onu süzüyordu. Yanan bir araç resmi ve yan panelde geri sayım 3..2…1..
Bitişiğindeki masaya gözleri buğulanmış bir adam oturdu. Önce cebindeki çakmağı masaya itina ile koyup kekremsi bir bakışla yağmurun dövdüğü kaldırımlardan öteye baktı. Gözleri uzadı. Uzadıkça camlaştı. Sonra gümbürdeyerek kırıldı. İrisi parçalanıp, gözeneklerin ipliksi dokusu adamın lacivert gömleğinden süzüldü. Karo döşemeli fayansı geçen hücreler Halit’in masasından ani bir dönüşle kapının ardına doğru hızlıca çekildi. Adam çakmağının dikey tutarak eliyle O’na işaret etti. O güldü. Tanıyor olmalıydı. Tansu burada olsaydı o da böyle gülerdi. Lisedeyken, Diyarbakır’da nasıl  yaşıyorsunuz, demişti en İzmir’li sesiyle.  Refik dayanamayıp bir nutuk atacaktı ki güç bela sınıftan çıkarmıştı. Hiddetini onun kaçak annesinin köyden yolladığı tütünü ince ince sararak gram gram salmıştı o zaman. Bahçenin kuytusunda bir nefes alıp, Ulan Halit ne günlere kaldık, dedi. Biz böyle mücadele edelim, halkların kardeşliği, barış dedi bir dolu ağzıyla. Ağzı üç, beş, yedi kanala ayılıp her kanaldan ayrı bir tonajdan seller akıttı önce cigaraya, sonra ona, sonra Tansu’yu düşündüğü gece yarılarına, sonra annesinin çekindiği kavruk yüzüne, esrar dumanına boğulduğu sarı yaz vakitlerine, üç numara tıraşlı kafasına, kantinde aldığı sıcak çayın parmaklarını ısıttığı karlı öğle aralarına durmadan ıslattı Refik.
Kaçak annesi, kuponlarının son maçta yattığı o uzun yaz günü elinde bohçasıyla gelmişti. Son maçı kaybeden takıma söverken Refik’in göz edip işaret etmesi üzerine ardına bakmıştı. Çınk Çınk Çınk.
Hastaydı. Çoktu. Hastalığı yani. Hem annesi hep çok gibiydi. Yatak odasında Bilge’nin ince sırtına ayrılan şilte annesi gelince kasıldı. Kardeşlerin dedi. Bunu Anne dedi. Öldüler. Tavana bakıp uzun uzun konuştu. Her cümleyi bir bir hece etti Halit. Anne çok hasta. Kardeş öldü. Neden diye soramadı, elindeki kuponu buruşturdu. Yarın öğleüstü Bilge ile buluşacaktı. İyi ki sevmişti Bilge’yi. Bilge hep olsundu. Bilge sanki açıktı. Teni buğdaysı, ruju hep bej pembe, onu öptüğü vakit daima yanında bir peçete ile dolaşırdı Bilge. Uzatıp küçük aynasını çok bir şey yok derdi, dağılan iniltilerinin ardında bıraktığı koca bir cümleyle  Arada Tansu, uzun uzun kahkaha atar ayol, derdi, sizin şehriniz çok kaba. Tam bir kasvet, ne var bu şehirde yahu hepiniz yabanılsınız, sen başkasın ama Halit sen.. sen.. Sus artık Tansu, dedi. Tansu susmadı. Uzadıkça yayı esneyen bir akordeon gibi Tansu Bbbam dedi. Komiser. Bu şehri sevmiyoruz işte, kül bir rengi var. Cinayet mahalli gibi, olay yeri yani. Hiç gördün mü? Sonra yine güldü elinde pine sigara Tansu hep güldü.
Çok hasta anne hastanede filmler çekti, bir poşet dolusu ilaç alındı eczaneden, doktor ile randevulaşıldı. Bak evladım dedi, doktor, annen hasta, bunu bilecek konumdasın, sen hep bilecek konumdasın. Anneye dikkat edilecek. Doktor bunu hep morarmış dudağı astigmat gözleriyle dedi. Tavanı beyazlatan koridor ışıklarının altında, annesinin oturduğu bankta süzdü bir süre, anne çok hasta.
Bitişik masadaki adam ile o, koyu bir sohbete koyuldu. İçi daraldı. Tık nefes halde rakıdan bir yudum daha aldı,  öğürecek gibi oldu. Tuttu kendini. Kendini işte hep böyle tuttu. Ne zaman kusacak gibi olsa tutardı kendini. Bırak ulan bir kere de aksın içindeki cerahat, demişti Refik. Sıkma bu kadar, dert dediğin anlatıldıkça buhar olur. Seni partiye alsak çeneni kıra kıra anlatırdın meseleni, bizde hususi diye bir şey yoktur, deyip aksıra tıksıra güldü, sigarasının dumanı boğazını yaktı.
Gençten biri usulca sokuldu masaya, elinde dumanı tüten bir balık. Buyur abi, dedi. Ben istemedim diyecekti lakin, o başını yere doğru sallayıp indirdi, Bizden diyordu basbayağı, bitişikteki adam da kısa bir gülüşle eşlik etti bu bizdene. Bir rahat bırakın ulan diyecekti. Demedi. Çatalı hırsla balığın karnına saplayıp uzunca bekledi. Çatalın deride aldığı yolu duyumsadı. Kılçıklı derinin yüzeyinde üç koca kesik öylece kaldı. Genç boş kalan bardağı doldurayım der gibi baktı. Başını salladı. Abi daha fazla içmesen iyi olur, demedi genç. İşini biliyordu, milim milim doldurdu rakıyı. Milim milim içildi rakı.
Anne hastaymış Bilge. Neyi var Halit, gittiniz mi doktora? Kardeşlerim ölmüş Bilge. Nasıl Halit, nasıl ölmüş? Bilmiyorum Bilge, ben de bilmiyorum, hatta annemde bilmiyor, kardeşlerim dahi bilmiyordur. Neyi Halit? Başını göğüslerinin arasına gömdü. Bilge sıcacık. Bilge yumuşak. Bilge sanki bu kırgın söylencenin aynası, sanki kuyusu. Sonsuz Bilge’ler sonsuz noktadan sonsuz noktaya uzanan bir eğri çizdiler. Sonra bu eğriler sonsuz kapıdan geçip sonsuz tatlar bırakarak ardında Halit’in seğirip duran kaşında biriktiler. Baş ağrıması şiddetli, aspirinler, sular kesmedi Halit’i. Anne dedi, dayım beni niye bu şehirde bıraktı. Okuman için dedi annesi sesi gırtlağını yırtmış, safran sarı bir sıvı akıp duruyor annenin boyun damarlarından. Anne çok hasta. Kardeşlerim anne nasıl öldü. Anne sus’tu. Sus’a pay biçti, ölçtü, köşelerini kesip sırt kısmını açık bıraktı, paçalarını inceletip omuz kısmını genişletti bir güzel dikip üzerine geçiriverdi sus’u. Anne hep çok sus’tu.
Balığı tabağıyla beraber köşeye itiverdi, Kalkacaktı lakin sendeledi. O, gür sakalıyla geldi. Tuttu kolundan bekle Halit dedi, Halit hep bekledi. Cüzdanını yokladı ama O’nun kocaman elleri ellerini bastırdı. Bu seferki bizden dedi. Refik’i tanırdım, senden bahsetmişti. Senden bahsetmemişti ama. Bunu diyemedi. Kapıyı geçince geniş geniş ürperdi. Çınk. Çınk. Çınk. Çınk. Bakamadı. Ardına.
Neon lambalarını, Bilge’nin ayrılma sahnesini aklından geçiriverip soluk almaz halde kasıldı. Dar sokağın köşesini hızlıca bir kavisle ardında bırakıp seyyar kestanecinin buğusu tüten sıcaklığına ilendi. Adım adım geziniyordu. Elleri ceplerindeydi lakin içinde tek sekiz olmayan bilete değen parmaklarının kasıntısından bir âlem yaratıp oradan da gezinmeye başladı. Eve vardığı vakit. Bilge yoktu. Üç günlük yas onu da yormuştu nedensiz. Salondaki karyolaya uzanıp duvardaki kırmızı arka planda salınan ak bir yazma ile boynunu örtmüş annesine baktı. Gülümsedi lakin evhamlı bir el çabukluğuyla paltosunu sıyırıp Karyolaya uzandı. Uyuyamadı hızlıca çıkıp gecenin son dolmuşuna atladı. Otogar dedi. Başka bir şey demedi. Hızlıca aktı dolmuş, ışıkları yaladı, geceyi esnetti. Lacivert göğü ve bulutları yırttı, Bilge’yi bile dumana boğarak otogara vardı. İzmir, izmir, izmir diye bağıran çocuğun yanında sıcak termosundan çay dağıtan ihtiyarı süzdü bir süre. Sonra partinin aldığı son oyları tartışan gür bıyıklı dayının kulağına devinimsiz İzmir dedi. İzmir’e bir bilet var mı?
Adam burnunu geriye yaslayıp anason kokusundan sıyrılmaya çalıştı. Elindeki koçanı hızlıca yırtıp mavi bir mühür bastı. Uzatıp parayı çekiştirircesine aldı. On dakika sonra, dedi. Şu mavi otobüs, sekiz numara. Gülümsedi.
Sonra işte Bilge’yi ve Refik’i geride bırakan otobüsün yılan gibi gecenin içine ilerleyen camından dışarıyı süzmekten bıkıp yan koltukta oturan onu birden görüverdi. Kumral saçları, geniş perçemi ve sonsuzluğun içinde mütemadiyen donup kalmış gülümsemesiyle, uyuyakalmış onu. Derken otobüs havalandı. Beyaz şeritli yol aşağılarda kaldı bir süre, yolcular havada kavisler çizerek uçuştu, kumral saçlar dalgalanıp uykunun yokluğuna bir pay biçti. Keskin bir korna sesi ve daimi bir ışık. Son gördüğü kumral saçların savruluşuydu.
Çınk. Çınk. Çınk. Çınk. Çınk. Otobüs camı zangırdadı. İyi misiniz? Bilincinizi açık tutun.

Hüseyin Akcan

Yazarın Notu: Bu öykü, Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar isimli kitabından esinlenerek yazılmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Her Şeye Yeniden Başlamak Mümkün Mü?

arzın merkezinden başlayarak senin merkezinden, ilk öptüğümden nefes suyundan ağaçların ayaklandığı yerden konuşurken uzayan boşluklarda...